YAZI DİZİSİ / Lütfü Dağtaş

Şubat ayı güneşinin ılıman iklim yarattığı Barselona günlerimde yarım günümü ayırdığım, yaptığım araştırmalarda, “kesinkes görülmesi gerekiyor” denilerek önerilen bir yer de Park Güell oldu.

Park Güell hakkında özet bilgi verecek olursam şunları belirtebilirim: Kaynaklar, Barselona kent ölçeğinde bina yapılarıyla kalıcı izler bırakmış olan Mimar Antoni Gaudi’nin, kesinkes gezilmesi gereken dört şaheserinden birisi olduğunu vurguluyorlar.

Dönemine göre gerçekten çılgınca ancak yaratıcılığın tüm sınırlarını zorlayan bu kompleks, yakın dostu, yüksek burjuva Eusebi Güell için Mimar Antoni Gaudi tarafından, kentin batı yamaçlarındaki Carmel Tepesi üzerine inşa edilmiş.

İspanyol kaynaklar, parasal nedenlerden dolayı yarım kalmış olan bu projenin, tamamlanabilmiş olsaydı varsıl ailelerin yaşayacakları 40 malikaneden oluşacağını belirtiyorlar. Bu bilgiden hareketle Park Güell’in, Barselona kent yaşamından yalıtlanmış yüksek burjuvalara ayrılmış bir alan olduğunu düşünüyorum. Ama plan tutmamış. 1900-1914 yılları arasındaki sürede gerçekleştirilen çalışmalar sonucu; içinde papağanların cirit attığı Park’ın ortak kullanım alanları, yolları, kemerli yolları, viyadükleri ile Gaudi’nin yaşamış olduğu iki malikane bitirilmiş. Gaudi’nin yaşadığı ev bugün Gaudi Müzesi olarak geziye açık.

Park Güell, şubat ayı olmasına karşın yabancı turistten geçilmiyor.

Park Güell’i dolaştığım sıra bir süredir fotoğraf çalışması yaptığım, şu anda metruk durumdaki, Konak merkezimizde yer alan tarihi semtimiz Damlacık aklıma düştü ve Park Güell’in kapladığı eğimli araziye benzeyen Damlacık’ı, burayı örnek alarak nasıl ayağa kaldırabiliriz, nasıl ilgi odağına dönüştürebiliriz konusunda düşünmeye koyuldum.

İzmir’in düşman işgalinden kurtuluşundan sonra kent merkezindeki yangınlık alanının temizlenerek bugünkü Kültürpark’a dönüştürülmesi sürecinde Moskova’nın Gorki Parkı planlarından yararlanmış olmamızdan hareketle Park Güell, Damlacık için nasıl esin kaynağı olabilir, bu konudaki düşüncelerimi buradan kısaca paylaşmanın uygun olacağını düşünüyorum.

Korkum açıkça şudur ki; şimdi Körfez manzaralı, imbata açık bu Damlacık Semti, ayrıcalıklı birilerinin sefa süreceği alan dönüştürülmesin. Bu karabasan düşünceden hareketle Park Güell’e oranla avantajları daha fazla olan Damlacık için neler yapılabilir, diyerek önerilerimi bir ölçüde paylaşmak istiyorum.

Damlacık için neler yapılabilir?

Damlacık, Tarihçi Strabon’un, “bütün şehirlerin en güzeli” diye tanımladığı İzmir’in yerleşim tarihinde dolayısıyla sosyal yaşamında hayli eskilere uzanan bir geçmişe sahiptir. Konak - Yeşildere bağlantısını sağlayan karayolu tünelinin 2000’li yıllarda yapımı gerekçe gösterilerek üstündeki evler; binaların güvenliği kalmadığı gerekçesiyle bir biçimde kamulaştırıldı ve büyük çoğunluğu yıkıldı; bir ölçüde bu tarihsel bağ koptu. Dolayısıyla kamulaştırmanın karşılığı; Damlacıklıların bir bölümünün atalarının da yaşadıkları sokak ve evleri boşaltarak göç etmeleri sonucunu beraberinde getirdi. Şimdi burası boş, üstelik metruk biçimde duruyor ve metruk olmanın karşılığı gece ya da gündüz türlü sıkıntılar yaşıyor. Oysa İzmir’in dillere destan biricik Körfezi’ne nazır, kavurucu yaz aylarında soluk almamıza yol açan imbatın en güzel duyumsandığı yerlerden birisidir Damlacık. Şunu hemen belirteyim ki, Damlacık, fiziki yapı açısından sözünü ettiğim Barselona’daki Park Güell’in bulunduğu yerin coğrafi özelliklerine sahip öncelikle, yani eğimli bir arazi. Burasının Park Güell’den farklı ve üstün yanı, yakın yıllara değil erken Roma Dönemine giden antik dönem yapılarını barındırıyor olması. Bu gerçekten çok büyük avantaj. Kadifekale bağlantılı büyük kesme taşlarla döşeli Roma Dönemi’ne ait ana caddelerden birisi olan tarihi Altın Yol (aynı özelliğe sahip diğer bir yol Basmane’deki Sadık Bey Oteli’nin altındadır) ile toprak altında mevcut kalıntılar, ayrıca varlığı 18. yy.’a değin uzanan döneminin ünlü Damlacık Pınarı’nın varlığı, semtin en güçlü yanını oluşturuyor. Tüm bunların ötesinde tescilli olduklarını bildiğim, onarılmayı bekleyen dokuz adet kamulaştırılmış iki katlı taş evin varlığı ayrı bir değer.

Bu değerlere bir ekleme daha yapmak gerekirse; Bahribaba Parkı’ndan İkiçeşmelik Caddesi’ni aşıp aşağıya indiğinizde, ünlü futbolcumuz, İzmir Karşıyaka doğumlu, Taçsız Kral unvanını haklı biçimde taşımış olan Metin Oktay’ın, stad antrenmanlarından sonra gelip içinde şut çalıştığı büyük park da Damlacık’ın orta yerinde önemli bir yeşil dokuyu oluşturuyor.

Tüm bu değerler göz önüne alındığında İkiçeşmelik kıyısındaki Hasan Sağlam Öğretmenevi ile mevcut birkaç kaçak yapı yıkılır, dokuz adet taş ev restore edilirse Damlacık’ın İzmir açısından yıldız olması işten bile değil. Burada işlevsel yanını göz önüne alarak, döneminde öğretmenlerin maaşlarından kesilerek yapılan Hasan Sağlam Öğretmenevi’nin çevresiyle uyumlu mimari anlayışa uygun biçimde yeniden inşa edilmesinden yana olduğumu özellikle vurgulamam gerekiyor.

Kentin dinamikleriyle birlikte hareket edilmeli

Damlacık’ın bu biçimde ayağa kaldırılarak tıpkı Barselona’daki Park Güell’in projelendirme ve yapım süreci örneğinde olduğu gibi ilgi odağına ve nerdeyse 24 saat yaşanabilir cazibe alanına dönüştürülmesi adına pek çok dinamiklerden yararlanmanın gerçekçi çözüm olacağını da ayrıca vurgulamam gerekiyor. Bu dinamiklerden bir kaçını sayacak olursam; arkeologlar, ressamlar, fotoğrafçılar, müzisyenler, tasarımcılar ilk elde aklıma gelenler.

Damlacık’ta yetki Büyükşehir Belediyesi’nde olmalı!

Damlacık’ın önerdiğim bir yaşam alanına dönüştürülmesi sürecinde yetkinin kimde olacağı ve nasıl kullanılacağı önemli bir konu. Yerel dinamikleri harekete geçirme adına mülkiyetin bir protokolle İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne devredilmesi bence önemli. Bu konuda Belediye Başkanlığı bir ön çalışma yaparak ilgili bakanlıklar düzleminde başvuruda bulunursa son derece yerinde olacaktır.

Damlacık’ın, iç ve dış turizme kazandırılmış yaşam alanı olmasının diğer önemli bir yararı da bölgede istihdam yaratmaya dönük hizmet alanlarını oluşturması biçiminde karşımıza çıkacaktır, ki bu da günümüzde son derece önemlidir.

Bu düşüncelerimi aktardıktan sonra yine Park Güell’e dönmek istiyorum:

Mimar Gaudi’nin renkli dünyası Park Güell

Bugün milyonlarca turistin uğramadan geçmediği Barselona kentindeki ünlü Park Güell’in yapım tarihinin başlangıcı 1900’lü yılların başlarına dayanıyor. Barselona, o yıllarda sanayileşmenin öne çıktığı modern metropol bir kenttir.

Ünlü Katalan Mimar Antoni Gaudi’nin, 74 yıllık yaşamına sığdırdığı sayısız eserlerden birisi olan ve son derece etkileyici bulunan Park Güell’in yapımı tam 14 yıl sürmüş ve bitmemiş. Bundan sonrasında da bir çalışma gündemde yok.

UNESCO Kültür Mirasları Listesi’ne 1984 yılında alınan Park Güell, Mimar Gaudi’nin aynı zamanda sıra dışı çalışan zihnine dayalı olarak tasarlanmış formlar ve klasik mimariye meydan okuyan tarzıyla gezenlerin hayranlığını topluyor.

Park Güell’in bulunduğu yer, Barselona kent merkezinin dışında, yüksek bir tepede. Kentin zenginlerinden Eusebo Güell, dostu Mimar Gaudi’ye, kendisine ait arazide bir “bahçe şehir” yapması konusunda öneri götürür. Projede zengin ailelerin oturacakları evlerle, çeşitli sosyal etkinliklerin yapılacağı bir meydan ve bahçeler yer almaktadır. Bölgede çalışma başlar ancak 1914 yılında yarım kalır. 1914’te yarım kaldığında 2 ev, meydan, 3 viyadük, sütunlu salon, ayrıca Gaudi’nin kaldığı ev bitirilmiştir. 1922 yılında da halka açık parka çevrilir.

Mimar Gaudi’nin yaşadığı ev (Casa Museu Gaudi) bugün bir müze ve Park Güell’e girişte aldığınız biletin dışında burası için de bilet almanız gerekiyor. Ama Park Güell’e girişteki elektronik gişelerin yarattığı sıkıntı benimle birlikte sıradakilerin saçını başını yolduruyor. Neyse…

Park Güell’de diğer ayrıntıları dolaşmanız için biletinizi gösterip meydandan adımınızı attığınızda masal dünyasına girmiş gibi oluyorsunuz. Renkli seramiklerle kaplı dış cepheleri ve kuleleriyle giriş pavyonları önünde herkes fotoğraf çektirmek üzere sıra bekliyor. Parkın içindeki renkli kırık seramiklerle kaplı banklara dilediğinizce oturabilir, hava açıksa tepeden Barselona’yı ve meydanı dolduran turist kalabalığını seyredebilirsiniz.

Hypostyle Salonu

Burası, soluklandığınız büyük meydanı taşıyan 86 klasik ötesi sütunun bulunduğu kıvrımlı bir koridor. Bu koridordaki ışık oyunları kadar ilgi çeken diğer bir unsur; müzisyenlerin bolluğu. Bir ucunda gitarıyla şarkı söyleyen biriyle karşılaşmamın dışında diğer ucundaki topluluğun kısa süreli de olsa Flamenko gösterisi sunmasına rastlamam benim açımdan sürpriz oluyor. Bitki örtüsünün bol yeşilliği içerisinde papağanların çığırışları arasında müzisyenleri dinler, gösteriyi izlerken dilediğimce fotoğraf ve video çekiyorum.

Barselona’nın geniş bulvarlı, geniş kaldırımlı kent yerleşimindeki motosiklet gürültülerinden uzak bu mekanda turistler daha neşeli. Herkes güleryüzlü. Herkes fotoğraf çekiyor. Benim gibi tek başına gezenler karşısından gelenden istediğin de o da fotoğraf çekilebiliyor. Buradaki neşenin, mutluluğun kısa süre sonra adına corona denilen öldürücü virüs nedeniyle sona ereceğini elbette hiç birimiz bilmiyoruz.

Devam edecek.