Hazırlayan/ Özde KOCA / Gökmen KÜÇÜKTAŞDEMİR
 

Şanslı olduğunuzu düşünür müsünüz? Biz geçen haftaki seyahatimizde tüm şansımızı yanımıza almış gibiydik. 2 günlük tatilimizi Ayvalık ve Cunda'yı etraflıca gezmek için planladık. Tabi ki daha önce bir çok kez gitmiştik. Ancak bu sefer daha önce görmediklerimizi görmeye, gördüklerimize de farklı bir gözle bakmaya kararlıydık. Bu kararımızı uygulamaya rotamızdan başladık. İzmir'den yola çıkıldığında Aliağa üzerinden gidilir genelde. Biz, sevgili Işık Teoman'ın tavsiyesiyle Kozak Yaylası'ndan geçeceğimiz bir yol izledik. Zaten Bergama'ya ve Kozak'ın doğal güzelliğine aşık iki insan olarak bizi yolun 1 saat kadar uzayacak olması rahatsız etmedi. Çünkü buralarda kendimizi bir masalın içinde gibi hissediyoruz.

ÇINARLAR VE ÇAMLAR

Bergama'dan Kozak'a tırmanırken Pergamon'a selam çaktık. Devamındaki su kemerini gördük, tepelerde ve daha aşağılarda toprak altında keşfedilmeyi bekleyen neler olabileceği hakkında konuştuk. Birkaç dakika sonra bitki örtüsü değişmeye başladı. Yol kenarından akan nehrin, dağlardan inen suların aktığı onlarca çeşmenin suladığı bu bölgede yeşilin 50 tonunu görmek mümkün. Her zaman yaptığımız gibi arabanın tüm camlarını açarak mis gibi havayı içimize çektik. Burada havanın adeta bir tadı var. Belki hissettiğimiz huzur, neşe ve yenilenmenin de tadı vardır.

Yolun iki yanındaki çınar ağaçları, daha yüksek yerlerde yerini meşhur fıstık çamlarına bırakıyor. Dalları göğün yükseklerine uzanan bu kocaman ağaçlar, sadece oksijen sağlamakla kalmıyor. Aynı zamanda bölgenin geçim kaynağı... O çamlardan topladıkları fıstık sayesinde hayatlarını sürdüren köylülerin, onlara sahip çıkma mücadelesine defalarca tanık olmuştuk. Hem su içmek hem de biraz dinlenmek için bir çeşmenin başında duruyoruz. Yalağa dökülen buz gibi suyun tadı, şehirde damacanadan içtiklerimize benzemiyor. Çok daha tatlı... Biz su içerken çeşmenin üstündeki yuvadan iki kırlangıç uçuyor. O sırada etraftaki kayalar dikkatimizi çekiyor. Sanki elle şekil verilmiş gibiler. Biraz dikkatli bakınca bir friz parçası, sütunlar ve bir kaide görüyoruz. Burada ortaya çıkarılmamış bir yapı var belli ki. Belki de antik bir çeşmeydi bir zamanlar. Bugünkü duanın yerinde belki de Yunan tanrılarından birine ya da imparatora ithafen bir yazı vardı. Yolun karşısında da bazı taşlar görüp, mistik bir hikaye uydurarak yola devam ediyoruz.

ANAHTAR HEYKELDE

Yol üzerinde çok güzel köyler var. Ancak yağmur hepsini ziyaret etmemize engel oluyor. Ama birini yine de es geçmiyoruz. Burası, dünyanın en tatlı müzesinin olduğu Demircidere Köyü. 70 haneli köyün meydanına park ediyoruz. Neredeyse tüm köy meydanda. Ufak bir pazar var. Alışveriş bahanesiyle kimisi sohbet ediyor. Köy meydanlarının vazgeçilmezi ulu çınar ağacının altında, yağmurdan korunuyor kimisi. Ağacın karşısında bir Etnografya Müzesi... Müzenin kapısını yokluyoruz ama kilitli. Çınarın altında oturan köylülerden biri sesleniyor: “Anahtar heykelin arkasında.”

Yapının önünde Hacı Bektaş-ı Veli ve Mevlana'nın birer büstü duruyor. Anahtarı, Hacı Bektaş-ı Veli büstünün arkasından alıyoruz. Hayatımızda ilk, muhtemelen de son kez adı 'müze' olan bir yerin kapısını açıyoruz. Açarken de Hacı Bektaş-ı Veli'nin şu sözlerini hatırlıyoruz:

“Kudret eliyle kurulmuş, yıkılmaz yapımız bizim/ Aşk kalemiyle yazılmıştır, silinmez tapımız bizim/ Yaradana sığınıp bize umutla gelenlere/ Ezelden ebede kadar açıktır kapımız bizim”

Bu müzeyi köylüler, dedelerinden, ninelerinden kalan eşyaları korumaya almak için kendi çabalarıyla kurmuşlar. Müze dediğimize de bakmayın. Ahşap çerçeveli camları olan, büyükçe bir dükkanın içinde kasetlerden plaklara, halı dokuma tezgahlarından yerel kıyafetlere kadar bölgedeki yaşamın bir parçası olmuş birçok eşya yer alıyor. Müzenin kapısını kilitleyip anahtarı aldığımız yere bırakıyoruz ve sonraki durağımız Ayvalık.

FIRTINANIN ARDINDAN

Şimdi gelelim neden kendimizi şanslı hissettiğimize... Biz, bir güneşle bir çiseleyen yağmurla yol alırken Ayvalık'ta aynı saatlerde kıyamet kopmuş. Sağanak yağışla birlikte hızı 80 kilometreyi bulan rüzgar, ilçede felakete neden olmuş. Dev dalgalar 30 tekneyi parçalamış. Fırtınadan kaldırım taşları sökülmüş, direk ve ağaçlar devrilmiş. Ayvalık'a gideceğimizi bilen ailelerimizin iyi olup olmadığımızı sormak için aramasıyla bu üzücü olaydan haberdar oluyoruz. Üzülerek ve korkarak Ayvalık'a giriyoruz. Ancak rüzgarın hızı azalmış, yağmur bulutlarını dağılmış halde buluyoruz. Belediye ekipleri, felaketin izlerini silmeye çalışırken birçok kişi de fırtınanın kırdığı ağaç dallarını süpürüyor. Birkaç saat önce yaşanmış olan doğa felaketinden kıl payı kurtuluyoruz. “Yolu uzatmayalım. Bildiğimiz yerden gidelim” desek, gezmekle, çeşmeden su içmekle, durup durup doğanın, köylerin fotoğrafını çekmekle geçen 2 saati harcamamış ve fırtınanın ortasına düşmüş olacaktık.

SOKAKLARDA KAYBOLDUK

Öğleden sonra güneşin yüzünü göstermesini fırsat bilip, Ayvalık'ın en eski mahallesi olan Macaron'un sokaklarını arşınlıyoruz. Burası Ayvalık'ın en eski yerleşimi. Cumbalı eski evleri, Rum ustaların imzasını taşıyor. Evlerin arasındaki yemyeşil avlular ise, nefes alma mekanları oluyor. Macaron (c ile okunuyor), Latince 'marjoram' kelimesinden türetilmiştir ve 'mercanköşk' anlamına gelir. Bu mahallede eskiden bol miktarda mercanköşk yetiştirildiğinden mahallenin bu ismi aldığı düşünülür. Kahramanlar Unlu Mamülleri, Macaron Muhallebicisi, Camlı Kahve, Macaron Konağı, Mor Salkım Kafe gibi bölgenin simge mekanlarının yanı sıra çok sayıda antika eşya satan dükkan ve atölye de bulunuyor. Yaşanmışlığı olan ikinci el eşyalar, bu tarihi mahallenin ruhunu oldukça uyuyor.

Ayvalık ve çevresinin tarihi, Antikçağ'a kadar uzanıyor. O dönemde Ayvalık Adaları'na 'Hekatonisa' adı verilmiş. Bu ismi, adaların en büyüğündeki Nesos (Nasos) Antik Kenti'nin baş tanrısı olan Hrkatos yani Apollon'dan almış. Adalarda Nesos dışında Chalkis, Pordoselene ve Kydonia'da da yerleşim varmış. Bu dört kentten Chalkis ve Pordoselene bugünümüze ulaşmamış. Nesos ve Kydonia ise bugünkü Cunda ve Ayvalık. Kydonia Antik Kenti olduğu düşünülen alanda bulunan parçalardan Helenistik (MÖ 330-30) ve Roma (MÖ 30-MS 395) çağlarına ait yerleşim yerleri bulunduğu tespit edilmiş. Şehrin, Bizans zamanında önemini yitirerek bugün İlkkurşun Tepesi olarak anılan tepenin eteklerine kaydığı düşünülüyor. Kent, 14'üncü yüzyıldan itibaren ise Osmanlı İmparatorluğu egemenliğine girmiş. Kent, 19'uncu ve 20'nci yüzyılın başlarında en parlak dönemini yaşamış. Bugünkü Ayvalık’ın kurulması ise 1430-1440 yıllarına rastlar. 'Ayvalık' adına ilk defa 1772 yılında yayınlanan bir fermanda rastlanır. Kent, 1789 yılından itibaren gayrimüslimlerin yaşadığı bir özerk bölge olmuş. 1821'de Rum ahalinin Yunan ayaklanmasına katılması sonucu ilçenin büyük bir kısmı boşaltılmış, 1840’da Karesi Sancağı’na bağlı bir ilçe haline gelmiş. 1891 tarihli istatistiğe göre 21 bin 666 olan kent nüfusunun 21 bin 486’sının Rum, sadece 180’inin Türk olduğu tespit edilmiş.

KÜÇÜK KIZIN RÜYASI

Denizden uzaklaşıp Macaron Mahallesi'nin içlerine doğru ilerlediğimizde tarihi cami ve kiliselere rastlıyoruz. Bunlardan biri Ayazma Kilisesi. Eski adı 'Faneromeni' olan yapının girişinde, 1890 yılında inşa edildiği yazıyor. 1920 yılındaki mübadele sonrası kaderine terk edilen kilise, 2001'de koruma altına alınmış, 2016-2018 yıllarında ise belediye tarafından restore edilerek ziyarete açılmış. Biz pandemiden dolayı kapalı olduğu için içini gezemedik ama sizin için kilisenin ilginç hikayesini öğrendik. Rivayete göre, küçük bir kız, her gece rüyasında Meryem Ana'yı görür. Rüyada Meryem Ana aynı yerde durarak eğilip topraktan su içer ve suya işaret eder. Kent Meclisi üyeleri, küçük kızın rüyasını dinleyince rüyada gördüğü yeri kazar ve su bulur. Suyun fışkırdığı yere de Ayazma Kilisesi inşa edilir. Ayazma da zaten Ortodoks Hıristiyanlarının kutsal saydıkları su kaynaklarına verdiği isimdir.

KİLİSEDEN CAMİYE

Bugün Rahmi Koç Müzesi olarak bilinen Taksiyarhis Kilisesi'ne doğru yol alırken karşımızda Saatli Cami çıkıyor. Adında 'cami' olduğuna bakmayın. Burası da 1850'de inşa edilmiş bir Rum kilisesi. Hatta adı da Ayos İanni Kilisesi'ymiş. Mübadelede bölgeye Türklerin yerleştirilmesiyle yapı, camiye çevrilmiş. Özgün yapıya minare eklenerek, günümüze kadar korunmuş. Saatli Cami'nin ardından Taksiyarhis Kilisesi'ne ulaşıyoruz. Burası, Ayvalık'ın ilk kilisesi olarak biliniyor. 15'inci yüzyılda yapıldığı tahmin edilen kilise, 17'nci yüzyılda genişletilmiş. Kilisenin içi rengarenk fresklerle süslü. Neo-klasik tarzın etkisi tüm yapıda görülüyor. Uzun bir süre tekel deposu olarak kullanılan yapı, 2012 yılında restore edilmiş. 2013 yılından itibaren de Taksiyarhis Anıt Müzesi olarak ziyaret edilebiliyor. Kilisedeki, altın varaklar, ikonalar, ince taş işçiliği dikkat çekiyor. Ayvalık'taki Hayrettin Paşa Camisi ve Çınarlı Cami de Cumhuriyet'ten sonra camiye dönüştürülen kiliseler. Hamidiye Camisi ise Ayvalık'ta cami olarak inşa edilen ilk yapı. Sultan II. Adbülhamid tarafından yaptırılan yapı, hala kullanılıyor. Ayvalık'ın tarihi sokaklarında zaman kaygısı duymadan dolaşırsanız bunlar gibi birçok yapıya, eski evlere, samimi insanlara ve Ayvalık'ın ruhunu yansıtan güzel objelere denk gelebilirsiniz. Haftaya gezimize Küçükköy ve Cunda'da devam edeceğiz.

Şeytan'ın ayak izi

Biz bu gelişimizde uğramadık ama daha önce gitmediyseniz Şeytan Sofrası, görmeden dönmemeniz gereken yerlerden. Eşsiz manzaraya sahip olan tepeden efsaneye göre, yeryüzünden cenneti arayan şeytanın ayak izi olduğuna inanılan oluşum da görülüyor. Tabi Ayvalık Adaları'nın muhteşem doğası da... Buradaki kafelerde oturup günbatımını izleyebilirsiniz.

7 kilometrelik plaj

Ayvalık’ın otel ve plaj bölgesi olarak bilinen Sarımsaklı'yı da görmek şart. 7 kilometre uzunluğunda ve 100 metre eninde olan Sarımsaklı Plajı'na giriş ücretsiz. Sarımsaklı denilince akla deniz gelse de burası, tarihi 15'inci yüzyıla uzanan eski bir yerleşim. İlçe adını, bölgeden çıkarılan sarımsı renkli taşlardan alır. Osmanlı’ya vergi vermekle mükellef olan Midilli adası prensi Gateluzio’nun vergileri geciktirmesi sonucu Fatih Sultan Mehmet donanmayı Midilli'ye gönderir ve Midilli kısa sürede alınır. Böylece korsanların eline geçmemesi için bölgeye yeni çeriler yerleştirilir. 1893 ve 1913 yılında ise Yugoslavya’dan gelen Türkler ve Yunanistan’dan gelenler Sarımsaklı civarına yerleştirilir. Ayrıca Sarımsaklı'da bölgenin en eski kiliselerinden Aya Athanasiu Kilisesi bulunur. Günümüze kadar en sağlam ulaşabilen yapılardan olan kilise, mübadele öncesinde Sarımsaklı’da yaşayan Rumlar tarafından inşa ettirilmiş. Serin sularda yüzmekten fırsat bulursanız bu yapıyı da ziyaret edebilirsiniz.