Ünal KAYMAK (Ziraat Mühendisi- Tarım Orkam-Sen İzmir Şube Örgütlenme Sekreteri)

Geçtiğimiz günlerde yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Kararı ile 2021 yılında kuraklıktan yüzde 30 ve daha üzeri verim kaybı yaşayan, kuru şartlarda hububat ve baklagil üretimi yapan çiftçilere, Çiftçi Kayıt Sistemi’ne (ÇKS) kayıtlı olmak şartı ile ortaya çıkan kaybın boyutuna göre, 30 TL’den başlayan ve ürünün tamamının zarar görmesi durumunda 100 TL’yi bulan oranlarda destek verileceği açıklandı.

Bu yılın maliyetleri dikkate alınarak yapılan basit bir hesapla; hububat tarımında kullanılan DAP gübresinin kg fiyatı 6.7 TL, dekara 25 kg kullanıldığında maliyeti 167.5 TL olarak ortaya çıkıyor. Hesaptan anlaşılacağı üzere AKP iktidarının, ürünün tamamını kaybetmiş bir çiftçiye verdiği 100 TL destek, toplam üretim maliyetleri içerisinde yüzde 8.7 payı olan taban gübresini bile karşılamıyor. Hal böyle iken verilecek kuraklık desteklemesi, artan girdi maliyetleri ile içinden çıkılmaz hale gelen küçük aile çiftçiliğinin giderek yükselen isyanını bir miktar azaltmak amacından başka bir şeye hizmet etmeyecektir.

Esasen “bir defaya mahsus” verilecek olan kuraklık desteklemesi, çiftçiyi tatmin edecek miktarda olsa bile, bu hamlenin kapitalist üretim tarzının bir sonucu olarak ortaya çıkan ve tarımı dolayısıyla tüm canlı yaşamını tehdit eden kuraklığın etkileri düşünüldüğünde hiçbir ciddiyeti ve çözüme dönük bir anlayışı bulunmamaktadır.

Ülkemiz, -DSİ verileri esas alındığında- kişi başına düşen su miktarı 1.346 m3 ile “su sıkıntısı” çeken ülkeler kategorisindedir. Devam eden nüfus artışı, sanayinin su kaynakları üzerinde yarattığı kirlilik ve vahşi sulama sonucu önümüzdeki yıllarda “su kıtlığı” çeken ülkeler kategorisine düşecektir.

Kuraklık sorunu bu aşamaya gelmişken yapılması gerekenler ise; sulama altyapısının iyileştirilmesi ve geliştirilmesinin yanı sıra, vahşi sulama yöntemleri yerine daha az su tüketimi sağlayan basınçlı sulama sistemleri kurulması, kurağa dayanıklı tür ve çeşitlerin yaygınlaştırılması ve çiftçiye bu doğrultuda destekleme verilmesi gerekmektedir. Yanı sıra, kapitalizmin kar hırsı uğruna kirletilen nehirlerimiz, göllerimiz, yer altı sularımız alınacak tedbirlerle tarımsal üretime kazandırılmalı ve daha önemlisi canlıların ihtiyacını karşılar hale getirilmelidir.

Peki alınması gereken tedbirler bu kadar ortadayken, niye sorunların çözümüne dönük adımlar atılmamaktadır? Sorumluları, “bilgisizlik ve beceriksizlikle” itham etmek en hafifinden saflık olur. AKP iktidarının “günü kurtarmaya” dönük tarım politikalarının ardında yatan gerçek niyet, “Küçük Aile Çiftçiliğinin” bitirilmesidir. 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’nün Doha’da gerçekleştirdiği konferansta, tarım ürünleri ve gıda maddelerinin de diğer ürünlerin tabi olduğu genel rekabet kurallarına tabi olması kararlaştırıldı. Böylelikle insanlığın yaşamsal ihtiyacı olan gıda, ticaret konusu haline getirildi ve ticaret “köylülerin” eline bırakılamayacak kadar önemli, daha doğru bir tabirle kârlıdır.

Kuzey Amerika, Avrupa, Avusturalya ve Latin Amerika’nın bir kısmında tarımsal üretim artık çiftçi tanımını yitirmiş kapitalist tarım işletmeleri tarafından yapılmaktayken, şimdi dünyanın geri kalanında tarımsal üretimi aile çiftçiliğiyle yapan 3 milyar insanın ekmeğine göz dikildi. Bu sayede sermaye, köylü tarımını tasfiye ederek kendine yeni bir genişleme alanı yaratmayı hedefliyor. Ülkemiz tarımının bu planın dışında kalması düşünülemez.

Ülkemizde süregelen politikalar ile çiftçi, tohum, gübre ve pestisit başta olmak üzere tarımsal girdilerin neredeyse tamamında büyük oranda yabancı şirketlere bağımlı durumda. Örgütsüzlük ve ulusal ölçekte üretim planlamasının yapılmamasından kaynaklı ürününü değerinde satamaz hale geldi. Sermayenin kârı uğruna yoğun pestisit ve gübre kullanımı neticesinde topraklar çoraklaştı, sular, hayvanlar, doğa ve insanlar zehirlendi. Halbuki uygulanacak bir münavebe programı ile hem aynı ürünün aynı toprakta yetiştirilmesinden kaynaklı artan hastalık ve zararlıların önüne geçilecek hem de tuzluluk ve çoraklaşmaya neden olan aşırı kimyevi gübre kullanımı ortadan kalkacaktır. Çiftçi haklarını savunması gereken ziraat odaları keyif alanlarına dönüştü, kooperatifler ve birlikler ya pasifize edildi ya da ticarethane haline getirildi. 2019 yılında Tarım ve Orman Bakanlığı’nın çiftçi kayıt sistemine kayıtlı çiftçi sayısı 2 milyon 83 bin iken, 2020 yılında bu sayı 1 milyon 803 bine düştü. Kısacası tarımsal üretim ve küçük aile çiftçiliği yaşadığı çöküşte kaderine terk edilmiş durumda. Yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi tüm bunlar bir program dahilinde yapılıyor ve program doğrultusunda gayet başarılı bir şekilde ilerliyorlar.

Sonuç olarak, makineleşmiş kapitalist tarım işletmeleri ile yoksul köylü üretimi arasındaki verim farkı düşünüldüğünde, oluşan rekabet koşullarından kimin galip çıkacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Bu rekabetin sonucunda dünya genelinde 3 milyar, ülkemizde yaklaşık 2 milyon çiftçiyi ve geçimini sağladığı ailesini daha fazla yoksulluk, açlık, ölüm bekliyor. Tarımsal üretimin kapitalist anlayışın kontrolüne geçmesi ile üretimden uzaklaşmış insanlığın gıda güvenliğinden söz etmek de artık hayalcilik olur. Bir ülkenin gıda güvenliğinin şirketlerin eline geçmesi ise beraberinde egemenlik sorununu ortaya çıkarır. Bu nedenle ulusal düzeyde gerekli düzenlemeler yapılarak üretim korunmalı, gıda güvenliği sağlanmalı böylelikle emperyalizmin gıda silahı etkisiz hale getirilmelidir.