Emek kavramını modern felsefeye borçluyuz. Antik çağdaki insanlar bir etkinlik olarak emek üzerine sahip oldukları teorik bilgi bakımından modern insanlardan geri kalmaz. Fakat onlar, çalışmayı küçük, hatta ayıp gören aristokratik yaklaşımları nedeniyle emeği kavramlaştırma konusunda modernler kadar cesur davranamamışlardır. Zira eğer toplumsal yaşamının yaratılmasında ve toplumsal örgütlenmenin kurulmasında emeğin temel işlevini kabul etmiş olsalardı emeğin köleleştirilmiş ve aşağılanmış halinden kurtulmasını talep etmek zorunda kalacaklardı. Fakat Sofistler, Stoacılar ve Episkürosçular ve bazı tekil filozofların dışında, başta Platon ve Aristoteles olmak üzere antik filozofların çoğu köle sahibi ve aristokrattı. Böyle bir talebi ileri sürmeleri mümkün değildir.

Fakat Antik Yunan'da çalışmak zorunda olmak özgür olmamakla, dolayısıyla özgür olmak, yaşamını idame etmek için çalışmak zorunda olmamak ile eş anlamda alınırdı. Yaşamını idame etmek için çalışmak zorunda olmayanların özgürlüğünün kaynağı emeğin özgür olmamasıydı, köle emeğinin sömürüsüydü. Modern toplumla birlikte çalışmak ve kendi emeğiyle yaşama ahlakı yüceltilmiştir. Toplumun ortak bir şekilde ürettiği zenginlikten pay almak için tek kıstas olarak emeğe işaret edilmiştir. Çalışabilecek gücü, yeteneği ve becerisi olmasına karşın çalışmayan toplumsal ortak üründen ilkesel olarak pay almamalıdır. Çalışan ve üreten insan yaşamın, deneyimin ve bilginin kaynağı olarak keşfedilir ve yüceltilir. Oysa köleci toplumda olduğu gibi feodal toplumda da emekçi insan horlanan, hakir görülen, aşağılanan insandır.

Bilim tarihçisi J.D. Bernal “Tarihte Bilim” adlı eserinde Rönesans ile birlikte emeğin yücelmesi sonucu zanaatkârların ve köylülerin konumunun yükselmesinin emekçilerle bilginleri ve sanatçıları buluşturduğuna dikkat çekmektedir. İnsanın yaşamını idame etmek için gerekli gerçek dünya, yaşam ve iş deneyimi ise emekçilerde yani köylülerde ve zanaatkârlarda toplanmıştır. Şöyle diyor Bernal: “Zanaatkârların konumunun yükselmesi, onlarla bilginlerin gelenekleri arasındaki ilk uygarlıkların neredeyse başında kopmuş bulunan bağın yeniden kurulmasını sağladı.” Modern toplum bilimcileri, zanaatkârları, sanatçıları, edebiyatçıları, şairleri ve filozofları modern çağın emekçileri olarak bir araya getirmiştir.

Sanatçıların, bilimcilerin, filozofların, artık saraylarda istihdam edilemeyişi, zanaatkârlar ve köylüler gibi onların da çalışmak zorunda kalması emeğin değerini yüceltmiştir. Rönesans filozoflarından ve modern felsefenin kurucularından Thomas Hobbes zenginliğin kaynağı olarak, Karl Marx’ın “değerin anası” dediği doğaya ve “değerin babası” dediği emeğe vurgu yapıyor. Hobbes, toplumsal varlığın temeline üremeyi yani biyolojiyi değil beslenmeyi yani emeği ve üretimi yerleştirmiştir.

İşte modern toplumla birlikte emeğin ve üretimin konumunun yücelmesi topluma ve toplumsal sınıflara bakışı da böylece köklü bir şekilde değiştirmiştir. Üreten kimdir, bohem, asalak veya daha ağır bir şekilde ifade edecek olursak bir parazit gibi yaşayan kimdir? Çalışmayan yememelidir! Zira kavramın en geniş anlamında mülkiyetin kaynağı emektir ve emek vermeyen yememelidir.

Antik filozofların adalet kavramı üzerine yaptıkları çözümlemeler elbette son derece önemlidir. Fakat toplumsal varlığın ortak ürettiği zenginlikten alınan payın kıstasının ne olacağı konusunda bir düşünce ileri sürememişlerdir. Platon’un aristokratik yaklaşımı dolayısıyla mülkiyet hakkına dayalı toplumsal tabakalaşmaya uygun olarak hiyerarşik bir kıstaslar kataloğu oluşturması zorunludur.

Modern filozoflar tek evrensel kıstas olarak emeğe işaret ederler. Özel mülkiyete dayalı toplumsal eşitsizlikleri emek kavramına dayanarak örneğin John Lokce ve David Hume gibi gerekçelendirmeye çalışanlar büyük çelişkiler içine düşerler. Buna karşın Adam Smith ve John Millar gibi özel mülkiyete toplumsal eşitsizliklerin kaynağı olarak işaret edenler yeni bilimsel bakışlara çıkış kaynağı oluştururlar.

Marx neredeyse 2 yüz yıllık akıl emeği sonucu oluşan kavram tartışmasına “emek” ile “emek gücü” kavramları arasında yaptığı ayrım ile müdahale eder. Bundan hareketle emeğin ücretli biçiminin ve buna dayanan insanın insan tarafından sömürülmesinin eleştirisini geliştirecektir. Marx’ın bu eleştirisinin Türkçe düşünce tarihinde de önemli kaynakları vardır. Örneğin Yunus Emre “Başında aklı olan ücretle amel etmez” derken, ücret sisteminin insanı yabancılaştıran akıl dışı yanına işaret eder.

Emeğe toplumsal zenginliğin gerçek yaratıcısı olarak emeğe işaret eden bu modern anlayış emeğin bilimsel olarak kavramlaştırılmasının da başlangıcını yapmıştır. Gelecek yazımızda bu modern anlayışın kültür ve uygarlıkla ilişkisini kurup, hâlihazırda yaşanan “dördüncü endüstri devrimi” açısından ne anlama geldiğini ele alacağız.