Haluk IŞIK

Tarih “okuması” önemlidir. Ama tarihin ne olduğunu, ne işe yaradığını bilmeden, neyi nasıl yazabilir ve okuyabiliriz? Bu soruya verilmiş pek çok yanıt var, bir kaçını anımsayalım.

“Bütün dünler, yarınları aydınlatan fenerlerdir” der Shakespeare.

J.J. Rousseau’ya göre “Tarih, okuyana kendi gözünün görme derecesine göre yol gösteren bir kılavuzdur.”

Albert Camus’un yaklaşımına göre, “Tarih, insanların düşlerinin en aydınlık olanlarını gerçekleştirmek için giriştikleri, umutsuz bir çabadan başka bir şey değildir.”

John Sheran “Gelecekte bizi nelerin beklediğinin en iyi falcısı, geçmişte başımıza gelenlerdir” derken, Karl Marx durumu daha da keskinleştirir: “Tarihte ilk kez dram olan bir olay, bir kez daha tekrarlanırsa komedi olur.”

Cenap Şahabettin “İnsan tarihe her şeyi söyletebilir, çünkü ölüler yanıt veremezler” diyerek, tarihi nalıncı keseri gibi kullananlara dikkat çeker.

Günümüzün tarih algısına ve ondan nemalananlara bakınca, “İnsanlık tarihi, giderek eğitimle felaket arasında bir yarışa dönmektedir” diyen H.G. Wells’e hak vermemek elde değildir.

George Bancroft “Geçmişin yıkıntıları, bugünün uyarılarıdır” derken, Norman Cousins “Tarih, muazzam bir erken uyarı sistemidir” diye eklerken, George Santayana “Tarihi öğrenemeyenler, onu tekrar yaşamak zorunda kalırlar” diye uyarırken, laf ola beri gele mi konuşmaktadırlar?

Devasa bir bilim alanına dair bu sözler, tarihten ne anlamamız gerektiğinin özetidir. Anlamayanlara yanıt Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten gelmektedir: “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Yazan yapana sadık kalmalıdır.”

Bu uyarı bize, tarihe nasıl yaklaşmamız, okumamız ve değerlendirmemiz konusunda yol gösterir. Voltaire’in “Tarih, kralların, generallerin çiftliği değil, milletlerin tarlasıdır” sözüne gelirsek, kadim düşünür bir yandan ne ektiysek onu biçeceğimizi unutmamamızı anımsatırken, bir yandan da dönemlere, iktidarlara, egemenlere, onların propagandalarına göre eğilip bükülen tarih algısının ötesine geçmemiz konusunda bize cesaret vermektedir.

Bu genellemelerin ışığında günümüze dönersek, tarihe bakışımız tam bir perişanlık tablosudur. Cumhuriyetle hesaplaşmayı ideolojilerinin başat maddesi kabul edenler, liboşizmin gevşekliğini hiçbir etik muhasebeden geçirmeden gericiliğin hizmetine sunanlar, şovenizmin batağından hamaset bulamacı devşirmeyi milliyetçilik, yurtseverlik, vatanperverlik sananlar, elbette bu tabloyu bir günde ve tek başlarına çizmediler..

Çıktığı yumurtayı beğenmeyenimizden, gelecek biçmeye çalıştığı bir coğrafyaya dair tek gram fikri olmayanımıza, hepimiz bu fotoğrafın içindeyiz. Arka sokaklarda nelerin tezgâhlandığını, bu ülkeye nasıl bir gömlek biçildiğini, bin bedelle yaratılmış bir ülkenin 100 yaşına varmadan altının nasıl oyulduğunu görmek için, çok büyük zekâ gerekmiyor. Tarih, işte bunun için vardı. Emperyalizmin temsilcisinin, “Ancak 100 yılda bir gelir” dediği dehanın yazdıkları, söyledikleri, eyledikleri, uyarıları ve “Benim manevi mirasım bilim ve akıldır” demesi boşuna mıdır? Eleştirdiğim hamaset üslubunun tuzağına düşmek istemem ama o fotoğraf, biraz da bunların unutulması yüzündendir.

Bu garabeti besleyen iki odak var. Birinci grup taammüden tarih yıkıcılığına soyunup, tüm aidiyetleri yok ederek “parantezi” kapatmaya and içenlerdir ki bunun için hafızaları sıfırlayıp, tıynetlerine göre geleceği belirlemek istemektedir.

Türlü gerekçelerle anma günlerini geçiştirmek ve hatta yasaklamaya kalkışmak, o günlerin neden-sonuç ilişkisinin içini boşaltmak, okul kitaplarından vaazlara gizli-açık temizliğe girişmek, başta Gazi olmak üzere tarihi yazan ve yaratanları unutturmak, bu grubun şimdilik uyguladığı yöntemlerden bir kaçıdır.

İkinci grubun en büyük eksiklerinden biri, tarihsel yıl dönümlerini yarına dair öngörülerden yoksun biçimde anmayı yeterli görmektir. Samimiyetinden elbette kuşku yoktur ama bu tavır her şeyden önce, tarihi diyalektik bağlamından koparmaktır. Tarih biz istesek de, istemesek de yaşanmıştır. Ne reddetmekle yok edebiliriz, ne de takdir ettiğimiz zamanları geri getirebiliriz.

Bugün birinci grubu gayet memnun eden şey, bu tür tarih okumalarıdır. Çağdışı kalmış, coğrafyalara ve halklara acılar yaşatmış yanına dair “bir daha asla!” demek ile bugünlere ve yarınlara zemin oluşturmuş, mücadeleleri ve kahramanlarını minnet, saygı ve bağlılık duruşuyla selamlamak arasındaki farkı bilmediğimiz sürece, tarih okumamız hep sakat kalacaktır. Tarihsel olayları anmak, kendimizi, duruşumuzu, düşüncelerimizi, eylediklerimiz kadar eylemediklerimizi görmeye, temize çekmeye, esin, güç ve cesaret toplamaya yaramıyorsa, ne diyelim? Biz elbette, müsamereleriniz, yırtılan hançereleriniz ve temcit pilavına dönmüş belagatleriniz hayırlı olsun diyemeyeceğiz.

Güzel İzmir’in kurtuluşunun 98. yılını işte bu tabloyla karşılıyoruz, anıyoruz, kutluyoruz. Değerini, önemini, anımsattıklarını ve geleceğe dair açtığı umut kapılarını hiç kimse küçültemez, itibarsızlaştıramaz, hele ki saygısızlık yapamaz. 9 Eylülün anlam ve önemi, pek çok değerli kalem tarafından sayfalarımızda anlatılmaktadır. Hepsini saygıyla selamlıyorum.

Bunca kelam ettikten sonra, tarihin nasıl okunacağına dair somut örnek vermek gerekiyordu. Elbette bu örnek İzmir kokmalı, kentimizin birçoklarını kızdıran duruşunun ve kimliğinin nerelerden beslendiğini anlatmalı ve söylediklerimizi kanıtlamalıydı.

Ben örneğimi aramakta pek zorlanmadım. Onu, bilgilenme ve değerlendirme konusunda kimselerin sözünü etmediği, İzmir’e “İlkler Kenti” denmesinin en önemli gerekçelerinden olan tarihsel bir olaydan aldım. O olay, savaşın harı hala memleketi yakarken, Lozan’da bir ülkenin özgürlük ve bağımsızlığı yedi düvele anlatılmaya çalışılırken, İzmir yangın artığı bir kent olarak yaralarıyla boğuşurken, 17 Şubat – 4 Mart 1923 tarihleri arasında gerçekleştirilen “Türkiye İktisat Kongresi”dir.

Kongrenin açış konuşması, tarihe nasıl yaklaşılacağına, nasıl yararlanılacağına, bu okumanın nasıl “mertçe ve Türkçe” aktarılacağına, devrimci tavrın ne olduğuna, uzak görüşlülüğün nasıl somut biçimde sergileneceğine ve nihayet yorgun ve yoksul bir halkın nasıl ortak noktada buluşturulabileceğine dair, hepimize örnek olacak bir tavır ve kararlılık taşımaktadır.

Elbette hepsini almak isterdim, siz tamamına kolaylıkla ulaşabilirsiniz. Seçerken zorlanmalarım da bana kalsın.

Başkomutan, başöğretmen ve büyük devrimci diyor ki:

“Efendiler, tarih milletlerin yükseliş ve düşüş sebeplerini ararken birçok siyasi, askeri, toplumsal sebepler bulmakta ve saymaktadır. Şüphe yok, bütün bu sebepler toplumsal hadiselerde tesirlidirler.

(…) Tarihin ve tecrübenin tespit ettiği bu hakikat bizim milli hayatımızda ve milli tarihimizde de tamamen tecelli etmiştir. Hakikaten Türk Tarihi incelenirse bütün yükseliş ve düşüş sebeplerinin bir iktisat meselesinden başka bir şey olmadığı derhal anlaşılır.

(…) Bir milletin doğrudan doğruya hayati vasıtalarıyla iştigal edememesi, o milletin yaşadığı devirler ile ve o devirleri tespit eden tarihiyle çok alakalıdır. Dolayısıyla biz de eğer iştigal edememiş isek, hakiki sebeplerini, geçirdiğimiz devirlerde ve bilhassa tarihimizde arayabiliriz. Fakat böyle bir inceleme yaptığımız zaman, ne yazık ki, itirafa mecburuz ki, biz henüz şimdiye kadar hakiki, ilmi, olumlu manasıyla milli bir devir yaşamadık. Dolasıyla milli bir tarihe sahip olamadık.

(…) Osmanlı tarihinde bütün gayretler, bütün mesai, milletin arzusu, emelleri ve hakiki ihtiyaçları bakımından değil, belki şunun bunun özel emellerini, ihtiraslarını tatmin bakımından vuku bulmuştur.

(…) Arkadaşlar, bütün bu tavırlar ve harekât incelenirse görülür ki, bu azametli, kudretli padişahlar takip ettikleri harici siyasetle kendi emelleri, hırsları ve arzularına dayanmışlardır. Büyük ve şahane arzularına dayanmakla beraber, dahili teşkilatlarını, dahili siyasetlerini bu ihtirasların doğurmuş olduğu harici siyasetlerine göre tanzim etmek mecburiyetine kalmışlardır. Halbuki harici siyaset, dahili teşkilat ve dahili siyasete dayandırılmak zaruretindedir, yani dahili teşkilatın tahammül edemeyeceği genişlikte olmamalıdır. Yoksa hayali, harici siyasetler peşinde dolaşanlar, dayanak noktalarını kendiliğinden kaybederler. Hakikaten Osmanlı hakanları, asıl olan noktayı unuttular. Hissiyatları ve emelleri üzerine bütün harekat ve fiilleri bina ettiler. Dahili teşkilatlarını harici siyasetlerine uydurmak mecburiyetinde kalınca, zapt ettikleri memleketlerde bütün unsurları: lisanları, dinleri, ananeleri, her şeyi başka başka olan ve birçok milletten ibaret bu unsurları olduğu gibi muhafazaya kalkıştılar ve onlara bu şeyleri muhafaza edebilecek istisnalar, imtiyazlar bahşettiler. Buna karşılık asli unsur uzun seferler yapmakla, fetih meydanlarında ölmekle, zapt olan memleketlerin kendisini ve halkını beslemekle ve onlara bekçilik etmekle kendi kendini tahrip ediyordu. Bu itibarla millet asli unsur; kendi evinde, kendi yurdunda ve kendi hakiki hayati vasıtalarını elde etmek için çalışmaktan tamamen mahrum bir halde bulunuyordu. Bu tacidarlar, milleti böyle diyar diyar dolaştırmakla, onlara kendi yurtlarını düşünmeye müsaade etmemekle de yetinmiyorlardı. Belki fetih dairesi dahiline gelen halkı memnun edebilmek için, sonra yabancıları memnun edebilmek için, doğrudan doğruya asli unsurun hukukundan ve hayati ve iktisadi kaynaklarından birçok şeyleri lütuf olarak, ihsan olarak, hediye olarak onlara bahşediyorlardı. (…) Yani fatihler asli unsuru peşine takarak kılıçla fetihler yaparken, kılıç sallarken, zapt olunan memleketler ahalisi kazandıkları istisnalar, imtiyazlarla sabana yapışıyorlar, toprak üzerinde çalışıyorlardı.

Arkadaşlar, kılıç ile fetih yapanlar, sabanla fetihler yapanlara mağlup olmaya ve neticede mevkii terk etmeye mecburdurlar. (…) Efendiler, kılıç kullanan kol yorulur nihayet kılıcı kınına koyar ve belki kılıç o kında küflenmeye, paslanmaya mahkum olur. (…) Efendiler, Osmanlı fatihleri, Hakanları, istilacıları asli unsur ile beraber sabanın önünde mağlup olup ricat başladıktan sonra, asıl felaketlerin büyüğü başladı. Sırf padişahın bir ihsanı olarak yabancılara bahşedilmiş olan ve özel lütuf olarak memleket dahilindeki gayrimüslim unsurlara verilmiş olan her şey kazanılmış haklar olarak kabul edildi. (…)

Arkadaşlar, şahsi saltanatta her hususa tacidarların arzusu, iradesi ve emeli hakimdir. Söz konusu olan yalnız odur. Milletim emelleri, arzuları, ihtiyaçları söz konusu olmaktan çok uzaktır. Bütün millet emellerinden ve iradelerinden yoksun kalmış bulunuyorlardı. Çünkü tacidarlar kendilerini Allah tarafından gönderilmiş bir şahsiyet farz ederlerdi. Bir de tacidarların etrafını alan menfaatperestler vardı. Onlar da padişahların zihniyetleri ile zihniyetlenirler ve padişahın bu zihniyetini, bu arzusunu semavi bir gerek ve Kur’an’ın bir gereği gibi herkese telkin ederler; bu gayet koyu ve sürekli telkinler karşısında hakikaten bir gün bütün halk, bu arzu ve iradelerin yapılması lazım gelen ve kayıtsız şartsız icap eden semavi iradeler gibi olduğuna kani olurlardı.

Böyle irade ve hâkimiyetten yoksun kalmaya rıza gösteren bir milletin akıbeti elbette felakettir, elbette musibettir.

Arkadaşlar! Son durduğum noktada artık Osmanlı devleti hakikatte ve fiilen bağımsızlıktan mahrum hale getirilmişti. Hakikaten bir devlet ki, kendi tebaasına koyduğu bir vergiyi yabancıya koyamaz; gümrük muamelelerini, vergilerini memleketin ve milletin ihtiyaçlarına göre tanzim etmekten yasaklıdır ve bir devlet ki fazla olarak yabancılar üzerinde yargı hakkını tatbikten mahrumdur; böyle bir devlete bittabi bağımsız denilemez.

(…) Osmanlı tarihi baştan nihayetine kadar hakanların, padişahların, şahısların, en nihayet zümrelerin hal ve hareketini kaydeden bir destandan başka bir şey değildir. Mazinin, asırların elimize tarih diye uzattığı kitabın mahiyeti bundan ibarettir.

(…) İzmir’i, Bursa’yı, Eskişehir’i ta Sakarya’ya kadar; sonra bütün Adana ve havalisini ve Trakya’yı, İstanbul’u en aziz yerlerimizi çiğnediler. Fakat düşmanların bu hareket tarzından daha acı ve feci ve daha çok teessüf edilecek olan bir nokta varsa, o da bu memleketin asırlardır başında bulunan ve bu milletin irade ve hâkimiyetini kullanan insanların dahi düşman saflarına geçmiş olmasıdır. (…)”

Bu yazının asal meramına örnek oluşturabileceğini düşündüğüm bölümler, değerli dostum İktisat Tarihçisi Dr. Serdar Şahinkaya’nın “Mustafa Kemal ve Cumhuriyet Ekonomisinin İnşası” adlı yapıtından alınmıştır. Değerli dostuma teşekkür ederken, hem andığım kitabını hem de devamı niteliğindeki “Cumhuriyet İktisadında Makas Değişimi” adlı yapıtını mutlaka okumanızı salık veririm.

Elbette şiirlerle, şarkılarla, Ege coşkumuzla kutlayacak, yurtseverliğimizin dağlarında tek tek ateşler yakacağız. 30 Ağustosları, 9 Eylülleri, 29 Ekimleri, 23 Nisanları herşeye ve herkese inat kutluyoruz, kutlayacağız.

İzmir’e ve 9 Eylül’e dair o şiiri boşuna yazmadım ve yazdıran iradeye duyduğum sonsuz saygıyı ve minneti kimseyle tartışamam, tartıştırmam.

Ama bu kutlamalar –bunu bir kültür sanat emekçisi kimliğimle söylüyorum- salt kültürel devrimler, üst yapıdaki değişimler çerçevesinde kalamaz. Tarih yalnızca kostüm değiştirmek değildir. Cumhuriyet devrimleri, bir ülkeyi her şeyiyle yaratmayı gözeten iradenin, hayatın her alanını kapsayan total bakışının ürünüdür. Ve bu irade, donmuşluğu değil, sürekli gelişimi öngörür. Yobaz ve faşist bunu bilemez, emperyalist ve işbirlikçisi unutturmak için dün olduğu gibi, bugün ve yarın da elinden geleni yapacaktır. Onları onaylamasak da, anlarız. Çünkü ideolojileri neyi gerektiriyorsa, ona göre davranmaktadırlar. Sorun o cenahta değil, hala söze ve duruşa nereden başlayacağını bilemeyenler ile olup biteni süzemeden, dayatılan gündemlere laf yetiştirmeyi solculuk, yurtseverlik, muhaliflik sayanlardadır. Neyleyelim ki doğa gibi, memleketler de boşluğu kabul etmez.

“Neo Ortaçağ”ın Trumpgil familyasının dünyaya biçmeye çalıştığı gömlek ile “Neo Osmanlıcılığın” temsilcilerinin Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ve Türkiye Cumhuriyeti değerlerine diş bilemesinin nedenini ve ortak yönlerinin kodlarını merak edenlerin, İzmir’de düzenlenen “Türkiye İktisat Kongresi”nin açılış konuşmasına defalarca okuması gerekmektedir.

9 Eylülleri kutlamayı, Gazi kadar başaramasak da, “net, mert ve Türkçe” söylemlere, duruşlara, teklif ve temennilere dönüştürmek zorundayız.

Bunun için İzmir’e bakmak ve ona en yüksek özeni gösterip, savunduklarımızın kanıtına dönüştürmek için davranmalıyız. Bu kentte barınan, doyan, aşkı ve şiiri yaşayan, özgürlük ve bağımsızlığın keyfini süren, bunlar adına makam ve mevkiyle donatılan herkes için, bu yükümlülük geleceğe dair sorumluluktur.

Bütün bunlara, İzmir harika bir önsözdür.

9 Eylül’ün kutlu olsun sevgilim!

SÖZ YETMEZ

Sen "9 Eylül" dersin iki kelime

ben değişen yazgı anlarım

özgürlük anlarım, bağımsızlık,

sen “İzmir” dersin iki hece

ben sevinçten ağlarım

Tarihin başı mı dönmüş

şimşek hızı geldiklerinde?

şaşırmış mı toprak

ayakları yere değmeyen atlar geçerken?

önce deniz mi görmüş

kavruk yüzlü neferleri?

bugün 9 eylül

tam sırasıdır canlandırmanın hatıraları…

Sen "9 Eylül" dersin iki kelime

ben onurlu bir halk anlarım

rüzgarın çevirdiği sayfa anlarım

sen “İzmir” dersin iki hece

ben saygıyla ayağa kalkarım!

Haluk IŞIK

İzmir, 9 Eylül 2008