Geri kalmış ülkelerde toplumu iktidarlar, aydınlanmış ülkelerde ise tersine, iktidarları toplum yönetir. Birinci durumda seçimler ya da darbeler yoluyla iktidarların el değiştirmesi hiçbir zaman demokrasi adına bir güvence sayılmamalı, çünkü bu tür toplumlar gerçek demokrasiyi taşıyamaz. İkinci durumdaysa, demokrasiler darbeyi dışlar, seçimler de birer darbe yerine geçmez. Örneğin Güney Amerika’nın yeterince aydınlanmamış ülkelerinde, seçimle ya da darbeyle başa geçenlerin kurduğu sözde “demokrasiler” geçici olmuştur.

Örneğin Şili’de sosyalist Salvador Allende’nin büyük bir seçim başarısıyla iktidara gelmesi ve faşist Augusto Pinochet’nin düzenlediği kanlı darbeyle katledilmesi bu tür ülkelerin yazgısını ortaya koyar. Venezuela’da Hugo Chavez’in iktidara gelmesinde ve uzaklaştırmaya girişilmesinde darbe ile seçimin anlamı birbirine karışmıştır, vb.

Bizde de, yirminci yüzyılın ikinci yarısından başlayarak gelişen siyasallaşma güdüsü, aydınlanma kaygısını geçtiğinden, hızla Güney Amerika ülkelerine benzemeye başladık: 27 Mayıs eylemiyle durumu düzeltmeye çalıştıysak da, olmadı. Artık, zamanın ağır basan koşullarına göre, darbelerle sözde “durum düzeltmeleri” denendi. Ama bu ara dönemlerdeki seçimler de demokratikleşme sağlamadı.

Bu arada ilk Ecevit’li seçimlerle toplumumuzun aydın kesimi birazcık nefes alır gibi oldu ve tutucu kesimlerin önemli bir bölümü de bundan etkilendi ama ülkede ağırlığı elinde tutan karşı güçler (örneğin MC denilen “Milliyetçi Cepheler) bu olumlu gelişmeyi durdurdu; arkasından, 12 Eylül faşizmi patlak verdi. Öyle ki Ecevit’in kendisi de “Karaoğlan” kahramanlığını ve kendi partisi CHP’yi terk etmek zorunda kaldı (Cumhuriyet’te bu ikinci Ecevit sürecini ve aykırılıklarını alabildiğine eleştiren yazılar yazdım).

Geçtiğimiz seçim etkinlikleri sırasında, çevremdeki iyi niyetli ve umut dolu insanlara benim o kadar iyimser olamadığımı söylerken, bana iyi gözle bakılmadığını duyumsadım. Doğrusu bu seçimler “kıl payı” ayrımlarla sonuçlandı; üstelik iktidar partisi meclis çoğunluğunu yitirdi. Övünebilecekleri tek şey, “Reis”in görev süresinin uzatılmış olmasıdır!
Kaldı ki sayın Muharrem İnce seçimi kazanmış olsaydı bile, Türkiye’ye demokrasi gelecek değildi: Bu anayasayla, bu yasalarla, yıllardır yerleşmiş aykırılıklarla, özellikle de her türlü mantığa ve açık gerçekliğe, nerdeyse duyu organlarını kapatmış toplumun büyük çoğunluğu ortada dururken, demokrasi gerçekleşemezdi.

Çünkü bu çoğunluk böyle bitecek bir seçimin sonucunu kendi kesin (!) doğrularına karşı gerçekleştirilmiş bir darbe (!) olarak görecekti.

Umarım burada sayın İnce’nin cumhurbaşkanı seçilmesine karşı olduğum düşünülmüyordur. Tam tersine, böyle bir sonuç muhalif Atatürkçü kesime daha bir yüreklilik ve özgüven kazandırabilirdi. Ama yine de demokrasi yolunda anlamlı bir adım atmış sayılmazdık.
İçinde bulunduğumuz koşullarda, biz Atatürkçüler söz konusu seçimlerden olabilecek en iyi sonucu almış durumdayız. O da, CHP durağanlığını birazcık sarsabilen sayın Muharrem İnce sayesinde olmuştur.

Neden mi böyle oluyor dersiniz? Şundan: Atatürk Cumhuriyeti’nin ilk on beş yirmi yılına sığdırılmış aydınlanma devrimi durdurulmuş; topluma din istismarını ve bilgisizliği en değerli (!) anamal olarak sunan halkçıl (popülist) ve sömürgen iktidarlar çığırı açılmıştır. Böyle bir yoz çığırda adı sıkça gündeme getirilen, ama özüne yabancı kalınan demokrasi yerleşemezdi.

Ne yazık ki yine bizde demokrasiye özgü kurallar siyasal tartışma konusu yapılıyor. Oysa demokrasi, toplumda bütüncül bir yorumla benimsenir ve vazgeçilmez bir geleneğe dönüşür. Sağın ve solun kendilerine özgü demokrasileri olmaz. Aynı biçimde demokrasinin yalnızca sola özgülenmesi ve buna karşı çıkılması geri kalmışlığın belirgin bir göstergesidir.
Sonuç olarak, demokrasinin alt yapısı, bütün toplumca benimsenen aydınlanmadır.