Röportaj / Sinan KESKİN

Koray Avcı Çakman: Küçük bir köy okulunda okudum ama hayallerim kocamandı. Bahçede bulduğun küçücük tahta parçasının nasıl kocaman bir masala dönüştüğünü ailemle öğrendim. Onlarla olduğum için şanslıydım.

Koray Avcı Çakman, çocuk edebiyatı alanında eser veren ülkemizdeki en üretken yazarlardan biri. Kısa bir dönem bankacılık sektöründe çalıştıktan sonra yaklaşık 10 yıl önce hayatını tamamen tutkuyla bağlı olduğu edebiyata adayan Çakman bugüne kadar ikiyüze yakın kitap yayınladı. 'Yalnız yazarken değil, kitabı bitirine kadar kahramanlarımla birlikte yaşıyor, onları yaşamıma dahil ediyorum. Yemek yerken, gezerken, dinlenirken zihnimde dolaşıp duruyorlar' diyen Koray Avcı Çakman ile yazma tutkusunu, çocuk edebiyatını ve masalları konuştuk.

Koray Hanım, oldukça üretken bir yazarsınız. Bu yazma tutkunuz nereden geliyor?

Yazma tutkum ailemden geliyor. Annem ve babam öğretmendi. Çocukluğum küçük bir sahil kasabasında geçti. Yazın yazlıkçılar gelir, kışın boşalırdı kasaba. Kendimi yalnız hissederdim. Ta ki evimizdeki büfeden bambaşka bir dünyaya açılan yolu keşfedene kadar! Büfemizde porselenler, gümüşler, kahve takımları, kristal bardaklar yoktu. Kitaplık olarak kullanılırdı. Alice’le, Don Kişot’la, Mutlu Prens’le, Tom Sawyer’la, Oliver Twist’le, Polyanna ile o büfe sayesinde tanıştım. Kitaplar beni bambaşka dünyalara, büyülü yolculuklara çıkarttı, hayallerimi şekillendirdi. Daha o zamanlar, “Ben de bir yazar olabilir miyim? Böyle kitaplar yazabilir miyim?” diye düşünür, bunun üzerine hayaller kurardım. Babamın günaydını şiirler, iyi akşamları tekerlemelerdi. Tevfik Fikret’in Şermin şiirlerini ilk kez ondan dinledim. Ziya Gökalp’in Ala Geyik şiirini o kadar çok okurdu ki bir de baktım ben de ezberlemişim. Tekerlemeler, masallar ve şiirler kulağımda yalnız ses olarak kalmadı, beni besledi de. Annemse bir gazete ya da dergi kupürünü uzatıp “haydi ben şimdi okuyamayacağım, vaktim yok. Bana sen okur musun, ben de dinleyeyim.” derdi. Ben okurken, “noktada dur, virgülde nefes al,” diye yönlendirirdi. Sonradan anladım, neden bana okuttuğunu. Bu sadece beni iyi bir okur yapmadı, bir metnin nasıl okunduğunu da öğretti.

Yazmaya ne zaman başladınız? İlk yazdığınız metinler nelerdi?

Çocukluğumdan beri yazıyordum. Annem bir gün bana bir defter getirmişti. Çok sıradan bir defterdi. O zamanlar böyle kilitli, süslü püslü defterler yoktu. Bana, 'hadi yaz, bak kar yağıyor, karla ilgili bir öykü yaz, bak bahar geldi, kelebeklerle ilgili bir şiir yaz, rüyanı yaz, istediğini yaz' diyerek yazmanın hayatın bir parçası olduğunu söylerdi. O nedenle çocukluğumdan bu yana rüyalarım da dâhil olmak üzere yazarım. İlla okura sunmak için değil, kendim için de yazarım.

Hem anneniz hem babanız öğretmenmiş. Siz öğretmen olmayı ya da edebiyatla ilgili bir bölümde okumayı düşünmediniz mi?

Belirli bir nedeni yok ama öğretmen olmayı hiç düşünmedim. İşletme Fakültesi'nde okurken de kafamda hep yazarlık vardı. Bir mesleğim olsun, onun yanında da yazarlık yaparım diye düşünüyordum. Bölümümü severek okudum ve yazarken aldığım eğitimin faydasını kesinlikle görüyorum.

Mesleki körleşme olabilirdi belki de.

Olabilirdi. Bize İşletme bölümünde şunu öğretmişlerdi; siz bir işletmenin her şeyini yapabilmelisiniz, yeri geldiğinde yöneticisi de, işçisi de olabilmelisiniz. Bu yüzden de yazdığım metinlere farklı gözle bakabiliyorum.

Eğitimini aldığınız mesleği yaptınız mı?

Kısa bir süre yaptım. Çok uzun sürmedi. Yazmak hep başroldeydi.

Tüm zamanınızı yazmaya ayırmaya nasıl karar verdiniz?

Bir koltukta birkaç karpuz taşınmaz denir. Bence edebiyat biraz kıskanç bir sevgili gibi. Yazarken, okurken zihninizin başka yerlerde olmaması gerekiyor. Yalnız yazarken değil, kitabı bitirine kadar kahramanlarımla birlikte yaşıyor, onları yaşamıma dahil ediyorum. Yemek yerken, gezerken, dinlenirken zihnimde dolaşıp duruyorlar. Başka bir alanda çalışırken bunu yapmak bana zor geliyor. Elbette bunu başaranlar var. Ama ben tüm zamanımı yazmaya ve okumaya ayırdım, böyle bir seçim yaptım. Çünkü hayatımın zor zamanlarında edebiyatın büyüsüne sığındım. İyi zamanlarımda coşkuma coşku kattı edebiyat. Çehov’la metin bitse de öykünün bitmediğini öğrendim. Sait Faik’le deniz kıyısında, balıkçıların arasında, tünelde, köprü altlarında dolaştım. Onun “Birtakım insanlar” diye tarif ettiği insanları tanıdım. Borges’le düşsel yaşamların kapılarını araladım. Yazarken, dolaştığım yerleri inşa edebildiğimi, kendi bir takım insanlarıma roller biçebildiğimi ve düşsel yolculukların kapısının tamamıyla açıldığını gördüm. Bu yüzden de tüm zamanımı düşlerin sözcüklere, sözcüklerin kitaplara dönüştüğü yazarlığa ayırmayı uygun gördüm.

Başta da söylediğim gibi oldukça üretken bir yazarsınız. Aynı zamanda birçok söyleşi ve imza gününe de katılıyorsunuz. Bu kadar üretken olmayı nasıl başarıyorsunuz?

Hayal gücümü götürebildiğim her yerde yazıyorum. Bazen tren yolculuğunda, vapurda, bankta, ormanda… Gürültüde, sessizlikte, kalabalıkta, tenha bir yerde. Yazdığım dünyaya dalıp gider ve çevremde olup bitenleri ne görür ne de duyarım. Eskiden, yazıyla bu kadar iç içe değilken bir metni, bir kitabı okurken kendimi kahramanların yerine koyabilir, onların maceralarına ortak olabilirdim. Şimdi kitaplara ister istemez eleştirel bir gözle bakıyorum. Yazar, bunu yazarken şunu mu düşünmüş, bu kurguyu burada böyle yapmış, gibi düşünceler geçiyor aklımdan. Artık sadece yazarken bir metnin içine tamamıyla dalabiliyorum. Yazarken düşlediğim mekânın içine giriyor, kahramanlarla birlikte ben de o serüvenin içinde oluyorum. O nedenle daha çok yazıyorum ki edebiyatın büyülü alanında daha çok vakit geçirebileyim.

Biraz da son kitabınızdan söz edelim. Masal Dolu Anadolu ne anlatıyor?

Atalarımızın, ninelerimizin masallar anlattığı kültürden geliyoruz biz. Masallar teknolojinin bizi bunca esir almadığı, insanların sanal alemde değil, hayatın içinde vakit geçirdiği, anlatıp, dinlediği eski zamanlardan kalan kültürel mirasımız. O mirasa hepimiz sahip çıkmalıyız. Masalları Matruşka bebeklere benzetiyorum. Birbirini tamamlayan, iç içe geçmiş bir sürü motifle bezeli düşsel bir yolculuk. Masal Dolu Anadolu’yu ritmik bir dille yazmaya çalıştım. Her bir cümle diğerinin peşine şiir gibi eklendi. Okura baştan sona tekerleme tadında, Kaf Dağının ardında tılsımlı bir serüven yaşatmayı hedefledim.

Bugüne kadar kaç kitap yazdınız? Sayısını hatırlıyor musunuz?

Eskiden sayıyordum kaç kitap olduğunu ama sonra şunu fark ettim; ben hayal kurduğum müddetçe yazacağım, yazabildiğim müddetçe hayal kuracağım, o zaman neden sayıyorum dedim. Birgün hayal kuramadığım da sayarım herhalde.

Hangi yaş grubu için yazıyorsunuz?

Aslında kitaplarımı her yaştan okurlar için yazıyorum. Almarpa’nın Gizemi adlı romanı okuyan gençler maceraya odaklanırken, yetişkinler bambaşka şeyler bulabilir. Gülen Sakız Ağacı adlı öykü kitabımda “Çocukluk nedir?” sorusundan yola çıkıyorum. Dokuz yaşındaki bir çocukla, doksan yaşındaki bir ninenin bakış açısı bambaşka olacaktır. Flamingo Günlüğü’nde belgesel çekimine götürüyorum okurları.

Yetişkin edebiyatı alanında yazmayı düşünüyor musunuz?

Düşünüyorum. Yetişkinler için kitap haline gelmemiş ödüllü öykülerim de var.

Şu an masanızda bekleyen yeni bir dosya var mı?

Her zaman masamda ve zihnimde bekleyen dosyalar var.

Çocuk edebiyatı kolay bir alanmış gibi görünüyor ve bu alanda çok eser üretiliyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

İngiliz sözlük bilimci yazar Samuel Johnson ne güzel demiş, “Bir tek kitap yazmak için yarım kitaplık okuyunuz.” Özellikle çocuk edebiyatını herkes kolay bir alan olarak düşünüp yazmaya başlıyor. Çocuklar küçük yetişkinler değillerdir. Onların kendine özgü dünyaları vardır. Çocuk edebiyatı denilince, yetişkinlere yazdığımız konu ve kurgunun basitleştirerek yazılmış hali anlaşılmamalıdır. Çocukların düş güçlerini zenginleştirip, onları hayal kurmaya teşvik eden metinlerle buluşturabilmeliyiz. Unutmayalım ki nitelikli kitaplarla buluşan çocuklar için okumak zamanla alışkanlığa dönüşür.

İsminiz bir kadın için pek alışık olmadığımız bir isim. İsminizi kim koydu? Çocukluğunuzda ve sonrasında isminizle ilgili sorun yaşadınız mı? Yanlış anlaşılmalara sebep oldu mu?

Babam eski metinlerde güneşin er, ayın hatun kişi olarak geçtiğini, bu yüzden de Nuray, Şenay, Feray, Aysun gibi isimlerin kızlara verildiğini söylerdi. Nitekim Oğuz Kağan Destanı'nda Oğuz Kağan’ın annesinin ismi Ay Kağan’dır. Koray’ın anlamı da kor renkli, turuncu ay demek. Anlamıyla dişil bir isim ama genellikle erkeklere verildiğinden, öyle bir algı oluşturuyor. Annem ve babamın ortak kararıyla konulmuş adım. Pek çok yanlış anlaşılmaya neden oluyor. Deniz, İrfan, Ada, Yaşar gibi isimleri kızlarda da ve erkek de duyduklarında şaşırmıyorlar da, Koray'da çok şaşırıyorlar. Çocukluğumdan beri birçok anım var bununla ilgili. Tüm bunlara karşın severek taşıyorum adımı.

Son yıllarda meşhur olan bir sanatçı ile aynı isim ve soyisme sahipsiniz. Bununla ilgili ilginç şeyler geliyor mu başınıza?

Evet, bazen onunla da karıştırılıyor. Söyleşilerde ya da fuarlarda şarkıcı Koray Avcı’yı bekleyenler, onun geleceğini düşünenler oluyor.

Masal Dolu Anadolu kitabından

Bir varmış bir yokmuş

zamanlar evvel iken

kalburlar saman iken

az gittim çok gittim

dere tepe aşarak

deniz üstü uçarak

kah iğne deliğinden

kah görünmezler ülkesinden geçtim

yerde buldum bir çarık

baktım tabanı yarık

çarığı oracıkta bıraktım

üç gün üç gecede kırk dağı aştım

sanmayınki boş boş dolaştım

gün geldi gökkuşağını salıncak yaptım

karıncalara ejderhalara salladım

gün geldi bulutlardan döşek yaptım

üzerine boylu boyunca yattım

falancadan filancadan varbeyden yokhanımdan

çıtı kızdan pıtı oğlandan duydum duydum da

bire bin kattım bilmeyene anlattım