Röportaj/ Mazlum VESEK
 

İletişim Araştırmaları Derneği Başkan Yardımcısı Gazeteci Recep Yaşar, gazetecilerin basın özgürlüğü mücadelesini devam ettirmesi gerektiğini söyledi. Recep Yaşar, usta gazeteci Hıfzı Topuz’un “Türk Basın Tarihi” kitabını 2003 yılından devam ettirerek kaleme aldı. Hıfzı Topuz’un önsözünü yazdığı kitap, 2000’li yılların öncesine de dönerek basında bugünlere nasıl geldiğimizi anlatıyor. Yaşar, yüzde 95’i iktidara yakın olan, basılı gazetenin etkisinin günden güne azaldığı, basın kartı sorunun orta yerde olduğu son yirmi yılın meslek ortamını değerlendirdi. Yaşar’la “Yakın Dönem Türk Basın Tarihi” kitabını ve bu yirmi yılı konuştuk. Yaşar, “Meslektaşlarımız, basın özgürlüğü konusunda hayatlarını ortaya koyan meslektaşlarının mücadelesini devam ettirerek sadece gazetecilik yapmalıdır. Bu mücadele azınlıkta kalan bir grup meslektaşların omuzlarına yüklenmemelidir. Hepimiz bu taşın altına elimizi koymalıyız” dedi.

Öncelikle kitabın hazırlanış yöntemi hakkında konuşmak isterim. Hıfzı Topuz, önsözde kitaptan “Recep Yaşar’ın çalışması” olarak söz eder. Oysa kitap kapağında ikinizin ismi yer alıyor. Kitapla ilgili ortaklığınızı-işbirliğinizi anlatır mısınız?

Hıfzı Topuz Hoca ile İletişim Araştırmaları Derneği İLAD’da başlayan bir dostluğumuz var. Hıfzı Hoca İLAD’ın kurucularından ve halen onursal başkanı. Ben de İLAD yönetiminde yer alıyorum ve başkan yardımcısı olarak görev yapıyorum. Hıfzı hoca ve dostlarının geleneksel hale gelen öğle yemekleri vardı. Bu yemeklere beni de davet ettiler. Keyifli söyleşilerin yapıldığı bu yemeklerden birinde ben Hıfzı Hoca’ya Basın Tarihi kitabının devamını yazmayı teklif ettim. Bu Hıfzı Hoca’nın çok hoşuna gitti ve akşam beni aradı, “Çalışmalara başlayalım” dedi. Beni çok mutlu eden bir telefondu. 32 yıl TRT’de muhabir, haber müdürü, yayın denetleme kurulu üyesi ve son alarak strateji uzmanı olarak çalıştıktan sonra 2018 yılında zorla emekliye ayrıldım. Zorla emeklilik mi olur diye hemen sormak gerekiyor? Evet zorla olduk. O dönemde TRT ile ilgili olarak 2 KHK yayınlandı. Emeklilik teşvik edildi (teşvik, 6 aylık çalışmanıza denk gelen bir maaş farkı) ve emekli olmayanların başka kurumlara tayin edileceği hükmü getirildi. Emekli olmayan birçok arkadaşımız da Diyanet İşleri Başkanlığı, Tarım Bakanlığı, çeşitli üniversiteler gibi farklı kurumlara tayin edildi. Ben emekliliği tercih ettim. Zaten çalışma koşulları da kalmamıştı. Bize görev verilmiyordu. Emekli olduktan sonra üniversiteye döndüm. Doktor Öğretim Üyesi olarak İletişim Fakültesi’nde dersler vermeye başladım. Zaten daha önce de uzun yıllar öğretim görevlisi olarak dersler veriyordum. Ancak öğretim üyeliği süreci kısa sürdü. Ayrıldım.

Artık fazla zamanın vardı. Ve çokça yaşadıklarım. Özellikle Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nde 10 yıldan fazla yönetim kurulunda görev aldım. Başkan Yardımcısı olarak basın ve ifade özgürlüğü konusunda ciddi çalışmalar yaptık. Gazeteci davalarının izlenmesi, cezaevleri ziyaretleri, toplantılar, eğitim çalışmaları… Tüm bu tanıklıkların yazılması gerekiyordu. Hele yaşananlar karşısında. Hıfzı Hoca ile sık sık evinde bir araya gelerek yol haritamızı belirledik ve alan çalışmalarına başladık. Hıfzı Hoca bunun bir dönem kitabı olması gerektiğini söyledi. Böylece Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara geliş yılını başlangıç olarak belirledik. Bu Hıfzı Hoca’nın Türk Basın Tarihi kitabının bitiş dönemi ile de örtüşüyordu. Hıfzı Hoca kendisi ile yapılan söyleşilerde bu kitaba başladığımızı açıklayınca çalışmalarımızı daha da hızlandırdık. Benim sahada yaptığım araştırmaların çıktılarını evde Hıfzı Hoca’nın değerli eşleri Ayşe Hanım’ın misafirperverliğinde değerlendirerek bu kitabı ortaya çıkardık.

Dijital içeriklerin sansürü

Basının günden güne dijitalleştiği, arşivleme konusunda pratik yöntemlerin değiştiği, en önemlisi internet yayıncılığı aracılığıyla adeta herkesin kendi mahallesinden yazıp okuduğu bir ortamda bir “basın tarihi” çalışması yapmak, ortak hafıza oluşturmak ne kadar mümkün?

Bizler kağıt nesliyiz. Bilgiyi kitaplardan, haberi gazetelerden okuyarak bugünlere geldik. Onun için kağıdın hayatımdaki yeri başkadır. Kağıda dokunmak ve yeni basılmış kitabın gazetenin kokusu bile ayrıdır. Açıkçası onun özlemi içinde olduğumu belirtmeliyim. Ama artık yeni bir çağdayız. Dijital çağ. Dijitalleşmenin en fazla dönüşüme uğrattığı sektörlerin başında basın geliyor. Üretim modeli değişti. Yeni mecralar oluştu. Bilgiye ulaşmak kolaylaştı, zaman ve mekan kavramları ortadan kalktı. İstediğiniz yerde ve saatte bilgiye erişim, yeni bilgi üretme ve yayma imkanı oldu. Bu çok büyük kolaylık oldu. Bunun sonucu olarak vatandaşın önüne milyonlarca bilgi aynı anda akmaya başladı. Dijitalleşme beraberinde başka sorunlar getirdi. En önemlisi bilgi kirliliği. Dijital ortamda yayılan yanlış, yönlendirilmiş, manipüle edilmiş, çarpıtılmış bilgi, doğru bilgilerden daha fazla olmaya başladı. Kısaca yalan haber, doğru haberin önüne geçmiş durumda. Bir diğer sorun da arşiv. Dijital ortamda yayınlanan bilgilerin arşivlenmesi de ciddi sorun. Daha önce okuduğunuz bir bilgiye tekrar ulaşmakta ciddi sorun yaşanmaktadır. Uygulanan algoritmalar, kaynağın yaptığı etiketleme sizin bilgiye ulaşmanızı belirliyor. Arama motorlarının insafına kalıyorsunuz. Dijital ortamda yayınlanan bilgiye yayından sonra müdahale edilerek değiştirilmesi veya tamamen ortadan kaldırılması da ciddi bir sorun. Gerek bilgiyi yayınlayanın gerekse herhangi bir kamu otoritesi veya baskı grubunun müdahalesi dijital veriyi ortadan kaldırabiliyor. Bu durum ülkemizde son dönemde belirgin bir şekilde de görülmeye başlandı. Sansür ve artan otosansürün yanı sıra dijital ortamda yapılan yayınlarla ilgili yasal düzenlemeler ile yayınlanan içeriklerin önemli bir kısmına erişim engeli getirilmekte veya tamamen kaldırılmaktadır. Erişime engellenen haber sayısı 400 bini aşmış durumdu. Yolsuzluk, cinayet, taciz haberleri kişilik hakları gerekçesiyle engelleniyor. Bu dönemin olaylarını yazacak olan meslektaşlarımız bu haberlere artık erişemeyecekler. Bu tam anlamıyla bir sansür uygulamasıdır ve tarihin yok edilmesidir. Böyle bir ortamda kağıt nesli olarak yaşadıklarımıza küçük bir resminin basılı olmasını tercih ettik. Ortak hafızaya küçük bir katkı, unutmamak adına…

Gazetecilerin de sorumluluğu var

Yine Hıfzı Topuz, önsözde 1950’li yılları anlatırken cezaevine çok sayıda gazetecinin girdiğini; ama işkence ve öldürülmenin olmadığını ifade ediyor. Devamındaki yarım asır ise işkence, ölüm ve yasakların günden güne arttığı bir dönem olarak öne çıkıyor. Bu tarihsel akışta özgürlükler adına sürekli bir geriye gidiş söz konusuysa ülkemizde bunca gazetecinin bu mesleği yapmasına nasıl bir kıymet biçeceğiz?

Gazetecilikten vazgeçmeyeceğiz. Evrensel gazetecilik ilkeleri çerçevesinde gazetecilik yapacağız, yapmamız gerekiyor. Ülkemizde hiçbir zaman basın tam özgür bir dönemi yaşamadı. Tek parti dönemi, Demokrat Parti, 12 Mart, 12 Eylül, darbeler, muhtıralar basın ve ifade özgürlüğü hep baskı altında oldu. İktidarların ilk dönemlerinde basın özgürlüğü konusundaki bahar havası kısa süre sonra yerini baskıcı bir anlayışa bırakıyor. Son 10 yılda da aynı şeyleri yaşıyoruz. İktidar, tamamen kendine bağlı kendi eylem ve söylemleri dışında herhangi bir fikrin yer almasını istemediği bir medya yaratma yoluna gitti. Bunu da başardı. Mevcut medyanın yüzde 95’i iktidarın tamamen güdümüne girdi. Bu yapılırken devletin özerk ve bağımsız olması gereken kurumları kullanıldı. Ana akım olarak adlandırdığımız görece olarak tarafsız medya yerini militan gazeteciliğe bıraktı. Bu süreçte gazetecilerin de sorumluluğu olduğu kanısındayım. Azınlıkta kalan bir grup gazetecinin gazetecilik yapma çabası ise maalesef yeterli olmuyor. Bu durum gazetecilik mesleğinde ciddi bir güvensizlik yarattı. Okuyucu geleneksel medyadan koptu. Tirajlar yerlerde. Dijitalleşmenin ortaya çıkması ile de okuyucu yeni mecralara yöneldi. Bilgi akışının önemli bir kısmı artık sosyal medya olarak adlandırdığımız başka bir mecrada yurttaşa ulaşıyor. Ancak burada da doğru bilgiye ihtiyaç vardır. Bence bu doğru bilgiyi de yine gazetecilik ortaya koymalıdır. Gazetecilerin kamusal denetim işlevini yapan kamunun yana halkın çıkarını, bireylerin hak ve özgürlüklerini gözeten yayıncılık anlayışı tüm medyaya hakim olmalıdır. Türkiye’nin demokratik bir ülke olmasının yolu da buradan geçer. Yani, özgür bir basının varlığı vazgeçilmez temel koşuldur. Bunun güvencesi de bağımsız yargıdır. Meslektaşlarımız, basın özgürlüğü konusunda hayatlarını ortaya koyan meslektaşlarının mücadelesini devam ettirerek sadece gazetecilik yapmalıdır. Bu mücadele azınlıkta kalan bir grup meslektaşların omuzlarına yüklenmemelidir. Hepimiz bu taşın altına elimizi koymalıyız.

Kitapta Hrant Dink cinayeti konusunda da bir hafıza tazelemesi yapıyorsunuz. Cinayetin işlendiği ilk günden cenaze gününe kadar basının görece ötekileştiren bir dilden uzak bir habercilik yaptığını hatırlıyorum. Eğer bu görüşüme katılıyorsanız, basınımızın bu konuda neden devamlılık sağlamadığı sağlayamadığı konusunda görüşlerinizi almak isterim.

Haklısınız. Ağırlıklı olarak ötekileştiren bir dil kullanılmadı. Ancak onun Ermeni kimliği ve kimi zaman nefret söylemine varan betimlemelerin varlığını da göz ardı etmemek lazım. Tetiği çekenin güvenlik güçleri tarafından bir kahraman edasıyla kamuoyuna tanıtıldığını da unutmamak lazım. Gazeteciler, Hıran Dink cinayeti ile ilgili gelişmeleri ağırlıklı olarak duruşmalarda yaşananları vermekle yetindiler. Cinayetin arka planında olanlar, azmettiriciler ve amaçları konusunda yeterli araştırma içinde olmadılar. Bu davada Dink ailesi ve avukatlarının ısrarlı takibi ve uluslar arası kamuoyunun takibi sonucu davada azmettirici olan veya kusuru bulunan kamu personeli yargılanabildi. 14 yılın sonunda bazı kamu görevlileri ceza aldı. Bu tatmin edici olmamakla birlikte, gazeteci cinayetlerinin önemli kısmının karanlıkta kaldığı Türkiye’de bu da önemlidir.

2013 yılında yaşanan Gezi Parkı eylemleri sonrasında iktidara yakın medya tarafından yapılan haberlerin, toplumsal kutuplaşma olgusuna nasıl bir etkide bulunduğunu düşünüyorsunuz?

Bu dönemde iktidarın ötekileştiren, yok sayan ve nefret söylemi ağırlıklı bakış açısı maalesef kendi medyalarına da aynen yansıdı. Bu bakış açısı bugün iyice artan kutuplaşmayı besledi. Barış gazeteciliğinden kopuşun önemli halkalarından birisidir. Diğer taraftan bir kısım medya da olayları görmezden gelerek yok saydı. Öyle ki, yurttaşlar olayları görmezden gelen televizyon kuruluşlarının önüne giderek, bu tutumlarını protesto etmişler. Penguen medyası ile tanıştığımız bir dönem oldu.

İstikbalde, basınımızın ülke demokrasisinin ilerlemesi, hak ve özgürlükler mücadelesine katkı verir bir çizgiye evirilmesi konusunda umudunuz/öngörünüz var mı?

Umudumu hiç yitirmedim. Zor da olsa kuvvetler ayrılığı ilkesinin işlediği bağımsız bir medyanın olduğu demokratik bir Türkiye hayalinden vazgeçmemeliyiz. Burada gazetecilere büyük bir sorumluluk düşüyor. Gazeteciler, sadece evrensel ilkeler çerçevesinde gazetecilik yapsınlar. Bunun mücadelesinden vazgeçmesinler. Halkın çıkarı, bireyin hak ve özgürlükleri gazeteciliğimizin temeli olmalıdır.

Basın kartını meslek örgütleri vermelidir

Basın kartı konusuna kitapta değiniyorsunuz. Özellikle son 5 yıldır ülkemizde yüzlerce gazetecinin basın kartı iptal edildi veya yenilenmedi. Devlet düzeyinde basın kartı almak bugün itibariyle meslektaşlarımız açısından mesleği yapabilmek adına ne ifade ediyor? Basın kartı konusuna meslek örgütlerinin nasıl yaklaşması gerektiğini düşünüyorsunuz?

Maalesef bugün Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı tarafından verilen Turkuaz Basın Kartı (artık sarı basın kartı değil) olmayanları devlet gazeteci olarak kabul etmiyor. Gazetecilik yapmak için basın kartı taşıma zorunluluğu yok. Böyle bir zorunluluk gazetecilik mesleğini izne tabi tutmak demektir. Bu da ifade özgürlüğüne aykırıdır. Ancak otoriter rejimlerde yapılan bir uygulamadır. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı, Danıştay’da Basın Kartları Yönetmeliği ile ilgili davada yaptığı savunmada gazetecilik için basın kartı taşıma zorunluluğu olmadığını kendisi de beyan etmiştir. Buna karşın uygulamada Turkuaz Basın Kartı taşımayanların akredite edilmediğini, Cumhurbaşkanlığı, bakanlıklar ve diğer kamu kurumlarındaki etkinliklere alınmadığını, özellikle toplumsal olaylarda güvenlik güçlerinin bunların çalışmasına izin vermediğini görüyoruz. Yani Turkuaz Basın Kartı’nız yoksa gazetecilik yapmanıza izin verilmiyor. Basın Kartı’nın gazetecilik meslek örgütlerinin oluşturacağı bir yapı tarafından verilmesi gerektiği kanısındayım. Burada da gazeteci sendikaları öncü örgütler olmalıdır. Gazeteci cemiyetlerinin de katıldığı bir komisyon tarafından basın kartı verilmelidir. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı veya eski adıyla Basın Yayın Genel Müdürlüğü gibi kamu kurumları bu yapının sadece sekreteryasını yapmalıdır. Gazeteci olmayanlara da kesinlikle basın kartı verilmemelidir. Bugün gazeteci olmayan birçok kamu görevlisi basın kartı alıyor. Bu kabul edilemez.

Yürüyecek daha çok yolumuz var

Kitabı okurken meseleye her daim “ders çıkarma” düsturuyla yaklaştığım için bu bakış açısıyla bir şey daha sorayım. Habertürk gazetesinin meşhur “kadına şiddet” fotoğrafıyla ilgili yaşanan tartışmanın üzerinden 10 yıl geçti. Türk basını, kadına şiddet haberlerini verme yöntemi konusunda bu tecrübenin ışığında “mütennebih” oldu mu? Bu konuda ne kadar ilerledik?

O haber o dönem çok tartışıldı. Belki kadın cinayetlerinin kamuoyunda tartışılmasını artırdı ama haberin veriliş biçimi tartışma konusuydu. Olayın veriliş biçimi bir gazetecilik faaliyetiydi, tartışma konusu olan da oydu. O gün o manşeti atan gazetenin genel yayın yönetmeni Fatih Altaylı, yıllar sonra aynı haberi yayınlar mısınız sorunu “bilemiyorum” şeklinde yanıtladı. Şiddetin pornosundan, bilemiyorum’a doğru bir yol alışımız var. Ama yeterli değil. 'Kesinlikle yayınlanmamalı’ya gelene kadar daha yürüyecek yolumuz var.