Yazan/ Seçkin Berber Koç

“Düşündüğünün üstüne düşünebilen insan” René Descartes tarafından tanımlandığından bu yana kültürel evrimde çok yol aldık. Gerçi nereye doğru evrildik orası epey tartışmalı; ancak sürekli (ve sadece) düşünen bir zihnin, zihin olmadığı savı 21. yüzyılın yeni bilimsel çalışma alanlarından biri. Son 25 yılın psikoloji akımları ve terapi okulları bireyleşme yolculuğundaki önemli (ilk) duraklardan biri olarak “içsel çocukla” bağ kurabilmeye de bu sebeple atıf yapıyorlar. Zira çocuğun esas işinin “düşünmek” olmadığı aşikar. 

***

Çocuk düşünmez; en azından biz yetişkinlerin düşündüğü gibi düşündüğünü düşünmez. Çocuk hisseder.Öylece anda olan her ne ise onu hisseder ve yaşar. Gündelik kurguların ötesinde geleceğin gerekliliklerinden ve endişelerinden azade, geçmişin yargılarından kopmuş yaşar. Çocuk alan ve zaman açılırsa keşif yapar; kendi bilgi ve deneyimleriyle kendisi öğrenebilir.Herhangi bir etkinliğin içindeyken, o etkinliğin kendisinden başka bir eklentiye takılmadan keyfin, neşenin ve hazzın bizzat kendisi olarak keşfeder, öğrenir. Çocuk, biz yetişkinlerin adına “esin” dediğimiz ve piyasanın çok tutan tabiriyle “akışta kalmayı”doğuştan bilir; çünkü keşif akıl ile değil akış ile gerçekleşir. Keşif için gereken tek şey ise, bir çocuğun tüm bu satırlarda ifade ettiğim gibi “yaşama halini” canlı tutabilmekten ibarettir.

***

Hani bir deyiş vardı -yanılmıyorsam Pablo Picasso’ya atfedilen, “Her çocuk bir sanatçıdır. Sorun, büyüdükten sonra da sanatçı olarak kalabilmekte” diye. İşte bana sorarsanız yaratıcılık üzerine konuşacaksak, bu eşikte biraz durarak başlayalım.

Çağdaş sanatın ya da zanaatın bir dalı ile mesleki olarak uğraşanlar, dinlendirici, oyalayıcı bir meşgale olarak kabul edenler ya da bunların hiç birine isteği ve zamanı olmayanlar; hepimiz için geçerli bir olgu var ki, o da yaşam en önemli yaratım alanı. Yaşamda eylediklerimiz, nerede ve kiminle olduğumuz dahil tüm edim hali yaratıcılığa dair bir nüve taşır. O çekirdeğin çatlayıp toprağın yüzeyine çıkışı, palazlanıp bir fidan ve oradan da değişmez özü her ne ise onu “olması” (ya da olmaması) ise bizim yaratım hikayemizdir. Kendi hayatımızı yaratım hikayemiz.

Hal böyle iken, yaratıcılığımız varoluştan bize verilen bir armağan iken, onu neden düşünen bir zihnin çıktılarına hapsedelim ki?! Bir çocuk misali yaşama çırak olmak yeterli. 

***

Yaratıcılık bir deneyimdir. Ruhsal bir deneyim. Beden, zihin ve kalbin bütününü ve bu bütünün dışında kalanları da içine alan “psişe”nin kendi özünü aradığı bir deneyim. Bu deneyime açılmak çoğu zaman yaratıcılık ile bir anılan ve onun bir parçası olan üretkenlik ile sağlanır. Çünkü ürettiğiniz ve yaşama sunduğunuz değer, olgu, ilişki her ne ise onun doğduğu, serpildiği, çatıştığı, geliştiği, olgunlaştığı ve sonlandığı bir döngü, bir süreçtir yaratıcılık; üretim ise bu sürecin içerisindeki eylemlerimiz. Tıpkı yaşam döngüsü gibi her sabah yaratıcılık süreci ile iş birliği yaparak (ya da yapmayarak) uyanırız ve her uykuya dalışta, günün sonunda bir üretim hikayemiz vardır. Hoş ya da nahoş. 

Bu döngü bana bir bakıma umut eriyor esasında. Zira her günün yaratıcılık sorumluluğu bendeyken, nahoş bazı deneyimlerin yeniden üretimi için bir sonraki sabaha başka bir yolculuk. Tevfik dedemin anneme öğüdü gibi; sabahın sahibi var. “O” sabahın hangi esinlere gebe olduğu ise büyük gizem.

***

Yaşamı en büyük yaratıcılık alanı ve yaşam yolculuğunu da sanatta ve zanaatta ortaya çıkan esere giden süreç olarak gören ben, bundan sonra cumaları bu köşede sizlere yaşama dokunan, dokunmuş ve dokunacak konular üzerinden sesleniyor olacağım. Sizlerden gelenler ile beslenecek olma hayali şimdiden yüreğimi kıpır kıpır ediyor. Dilerim bireysel hikayelerinizde ufak da olsa bir idrak kapısını tıklatmanıza vesile olurum buradaki yazılarla. İçsel çocuğunuzun beslendiği bir hafta olması dileğimle…

(Instagram: seckinberberkoc)