SEÇKİN KOÇ

Geçtiğimiz günlerde uzun bir aradan sonra bir kez daha izledim “Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi”ni. İzleyenler bilir; izlemeyenler içinse hikayenin olay örgüsünden bahsetmeden yazabilirim ki, yaşam, ölüm ve zaman kavramlarına dair güçlü vurguları olan bir film. Özellikle Yaşam’ın geçiciliği üzerine basit ama bir o kadar da gerçekçi tespitleri var. 

Biz Homo Sapiens için varoluşa dair hezeyan dolu bir idrak anıdır geçicilik hakikatiyle yüzleşmemiz; film bittiğinde bunu hatırladım yeniden. Belki de sırf bu korku yüzünden, hiç var olmamış olma düşüncesi yüzünden, iz bırakmak istiyor insanoğlu. Mühürlemek istiyor bir zamanlar mevcut olduğunu. Sabahları yoklama yapan öğretmene verilen yanıt gibi belki de.

“Seçkin?”

“Buradayım öğretmenim.” Burada mührü. Oysa unutuyoruz çoğunlukla; o mühür sadece “ana” ait. “Şimdi ve buradaki” mevcudiyetime. Peki ya gelecek?

***

Toplumların gelecek kaygısını yüklediği en belirgin kaynaklardan birisidir kültür bana sorarsanız. Kültür, insana dair tüm bilgi ve deneyimi kapsayan, tanımı ihtilaflı bir olgu. Karnıyarığı kızartarak mı çiğden mi pişirdiğinizden tutun da, “büyük veri”nin (bigdata) hizmetindeki tüm bilimsel icatlar kültürün bir çıktısı. İnançlarımız, ahlaki ilkelerimiz, sadık birer takipçisi olduğumuz öğretiler, çocukken dinlediğimiz masallar ve o masallardaki kahramanlardan öykündüğümüz rollerimiz, yeteneklerimiz ve tüm bunları aktarım üslubumuz bizim kültür olgusuna katkılarımızı kapsıyor.

Bu noktada kültüre dair tanımda iki önemli bileşen öne çıkıyor: Bilgi/deneyim ve aktarım. Bilginin önemi yadsınamaz, ancak ben kültür üzerine çalışırken aktarıma yani adına “kültür taşıyıcılığı” dediğim deneyime daha çok odaklanıyorum. Zira bilginin kimin elinde olduğu, hangi kanalla ve nasıl taşındığı gibi çok boyutlu bir sürecin tetikleyicisi kültür taşıyıcılığı. Bireysel yaşam yolculuğunuzdan tutun da, toplumsal dönüşümlere kadar hepsi kültür taşıyıcılığının bir eseri.

***

Buradaki sorumluluk kaçınılmaz ilk basamakta başlıyor: Aile. Kendi çocukluk yolculuğuyla barışmış/barışamamış olmak, bizim ebeveynlik üslubumuzun mührü bir bakıma. Ve sonra halka genişliyor elbette. Aile sistemimizin taşıdığı yükler ve atalarımızın yaşanan/yaşanmayan hikayeleri içinde yetiştiğimiz kültürün görünmeyen izlerini barındırıyor. Ardından okul gibi külliyatlı bir alan yaşamımızın göbeğine düşüyor. Hem de ne düşmek; istila ediyor resmen. İnsan beyninin en yaratıcı olduğu dönemde aile ve okul gibi iki kültür taşıyıcısıyla geliştirdiğimiz ilişki, evet neredeyse tüm yaşamımızı şekillendiriyor. 

Kendi çocukluğuma, ebeveynlerimle ilişkime, aile sistemime ve okul yıllarıma doğru, geriye dönük çok çalıştım kendimle. Bugün bir kültür taşıyıcısı olarak kızım Rengin’e neleri aktarmak istediğimde özgürce seçimler yapabiliyorsam bu acıtan ve büyüten yolculuğa çıkabilme cesareti gösterdikten sonra oldu. Geçtiğimiz hafta sonu evde kapalı kaldığımız saatler içerisinde Rengin’le 23 Nisan’a hazırlık yaparken kendi çocuk olduğum bayramları hatırladım. O bayramlardan kalanları yaşatabilmek için kızıma kendi yaratıcılığının ritminde alan açmaya özen gösterdim. Nasıl mı? Mars ile Dünya’nın kuzen olduğu bir masalı anlatırken ve resmederken ki heyecanını paylaşarak. Aziz Nesin’in dediği gibi;

Dalga mı geçiyorsun düşler mi kuruyorsun

Öyle sonsuz sınırsız düşler kur ki çocuğum

Düşlerini som somut görüp şaşsınlar

Böyle bir dalgacı daha dünyaya gelmedi desinler

(Instagram: seckinberberkoc)