Murat Büyükyılmaz

Hali hazırda tüm dünyada ve Türkiye’de tarım ve gıda sistemlerinde yaşanan kriz salgın ile birlikte derinleşti. Yoğun endüstriyel tarım sebebiyle gerek girdilerin tedarik kanallarındaki tekelleşme ve artan fiyatlar gerekse tarım ve gıda ürünlerinin dış ticaretinde yaşanan rekabet, yaşanan krizi kritik bir düzeye taşıdı.

Geldiğimiz noktada Türkiye açısından tarım ve gıda alanının temel sorun alanlarını genel olarak ifade edecek olursak…

Üretim için ihtiyaç duyulan girdilerin neredeyse tamamı çokuluslu şirketlerin egemenliğine geçmiş durumda ve zaten ekonomisi/ulusal para birimi değersizleşen Türkiye için, her bir kalem her gün artan fiyatlarıyla bir ithalat sorunu haline gelmiş durumda.

Dünya genelinde ihracatın önemli ülkeleri, salgında stratejik ulusal güvenlik başlığı haline gelen tarım ve gıda alanına yönelik ciddi önlemler alıyorlar. Tarım ve gıda ürünlerine ihracat vergisi ve kısıtlaması getiren ülkeler, aynı zamanda Türkiye’nin temel tedarikçileri arasında. Yani Türkiye parasını vererek tarım ve gıda ürünlerini satıl almak istese bile bunun mümkün olmaması riskiyle karşı karşıya.

Tarım ve gıda ürünlerini ihraç eden ülkeler, artık farklı bir strateji geliştirerek, ara mal yerine nihai ürün üreterek onu ihraç etme yolunda girişimlerde bulunuyorlar. Yani geçmişte dünyaya buğday ihraç eden Türkiye artık makarnayı ithal etmek durumunda kalacaktır. Dahilde işleme rejiminin bile mümkün olamadığı yapısal bir dış ticaret değişiminden bahsediyoruz.

Küresel iklim krizine bağlı olarak sertleşen ve yaygınlaşan kuraklık, tarım ve gıda alanındaki üretimi hem zorlaştırıyor hem de daha karmaşık ve maliyetli hale getiriyor. 6 ay öncesinde yaptığımız uyarılara kulaklarını tıkayan iktidar, şimdi ciddi oranda düşen tarımsal üretim ve pahalılaşan gıda karşısında çözümsüz bir suskunluk içerisinde.

Yukarıda genel olarak ve kısaca değindiğimiz başlıklar, Türkiye tarım ve gıda sisteminin sürüklendiği krizi gözler önüne seriyor. Her bir başlık ayrı ayrı derinlemesine tartışılmayı hak ediyor. Ayrıca tüm sorunlu alanları kapsayan bütünsel bir değerlendirme ve çözüm arayışı da çok elzem.

Ama şimdilik not etmiş olalım ve geçtiğimiz yazından devam edelim. Türkiye tarım ve gıda sisteminde yaşadığımız Kırmızı Pazartesi’nin farklı açılarını değerlendirmeye ve tartışmaya hala ihtiyaç var.

2020 Kasım ayında, yani kuraklık vurmadan aylar öncesinde İleri Haber’de yayımlanan; tarım ve ekolojinin sahadaki uzmanlarından aldığımız ve özelde La Nina döngüsünün genel olarak da iklim koşullarında meydana gelebilecek değişimlerin, Türkiye’deki tarımsal üretim ve enerji üretiminde ortaya çıkarabileceği sonuçları değerlendirdikleri görüşleri hatırlatmaya devam ediyoruz.

Çiftçiler Sendikası (Çiftçi-Sen) Genel Başkanı Ali Bülent Erdem, iklim krizinde endüstriyel tarımın rolüne dikkat çekerken, Polen Ekoloji Kolektifi’nden Cemil Aksu soya, buğday, pamuk, kahve, şekerde fiyat artışlarının yaşanabileceğini belirtti. Aksu’ya göre, ekoloji hareketinin öncelikli hedefi Türkiye’deki faşizan yönetimden kurtulmak olmalı.

Üreticilerin iklim koşullarındaki değişimler karşısındaki durumunu ve taleplerini aktaran Çiftçiler Sendikası (Çiftçi-Sen) Genel Başkanı Ali Bülent Erdem, yaşanan sorunların kökeninin endüstriyel tarımda aranması gerektiğine işaret ediyor.

Tarımsal üretimin dolu, sel, kuraklık don gibi doğa olaylarından etkilendiği bir gerçek olduğunu paylaşan Erden, “Bu doğa olayları küresel iklim değişikliği nedeniyle daha sıkça görülüyor. Tarımı vuran bu afetlerin yaşanmasında, küresel iklim değişikliğinin rolü büyük ama küresel iklim değişikliğinin yaşanmasında endüstriyel tarımın kendisi de hiç masum değil” dedi.

Tarımın özünün güneş enerjisinden insan ve hayvanlar için enerji elde etmek olduğunu ve bunu tarımın doğal döngüsüyle yapmak olduğunu vurgulayan Erdem, “Yani hayvanların terslerini ve bitki atıklarını toprağa tekrar döndürmek, bitkisel üretimi ve hayvan yetiştiriciliğini birlikte yapmak ve doğayla birlikte yerel tohumlarıyla üretmektir.” şeklinde konuştu.

Endüstrinin tarıma her müdahalesinin tarımsal döngüyü bozduğunu, tarımın doğayla olan bağlantısını kopardığını, güneşten gıda elde etme faaliyeti olan tarımsal üretimi dönüştürerek petrole bağımlı hale getirdiğini ifade eden Erdem, şöyle devam etti:

“Gıdayı bir petrol türevine dönüştürdü. Toprağın bitkinin kökünü tutması yeterliydi, gerisini kimyasal gübreler, ilaçlar hallediyordu. Hibrit tohumlar nedeniyle daha fazla su kullanımına neden oldu, ekolojik ilkeler yok sayıldı. Bitkisel üretim ve hayvan yetiştiriciliği birbirinden kopartıldı, hayvanların kapalı alanlara hapsedildiği, güneş yüzü bile görmediklerini hayvan kentleri oluşturuldu. Verimliliği artırmak amacıyla bir taraftan girdilerin girdiği, diğer taraftan ürünlerin çıktığı fabrikasyon üretime geçildi. Tarımsal üretimin kendisi küresel iklim değişikliğinin en büyük nedenlerinden biri haline dönüştü. Şimdi de oturmuş düşünüyoruz; iklim değişikliği karşısında nasıl üretebilir, gıda krizlerini nasıl engelleyebiliriz diye.”

Nyeleni deklarasyonu

Yaşanan sorunların çözümüne de değinen Erdem, şunları kaydetti: “Aslında çözüm çok net ve açık. Tarımı doğal döngüsüne yeniden döndürmek… Bunun için uygulanan tarım politikalarıyla topraklarından koparılmaya çalışılan küçük çiftçilerin topraklarında kendi yerel tohumlarıyla ekolojik köylü tarımı yapmalarının önü açılmalıdır. Doğayla birlikte üreten çiftçiler daha fazla desteklenmeli ve tüketiciye ulaşım yolları sağlanmalıdır. Yerel tohumlar üzerindeki bütün engeller kaldırılmalıdır. Yerel tohumlar binlerce yıldır ekilen, köylüler ve çiftçiler tarafından ıslah edilerek bugüne taşınan, değişen ekolojik koşullara uyum sağlayan daha dayanıklı, daha az su isteyen tohumlardır, korunmalıdır. Ekolojik sistemlerin bozulması engellenmeli, doğanın metalaştırılmasının önüne geçilmeli, enerji maden ve inşaat sektörlerine doğa feda edilmemelidir.”

2018 yılında Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmiş Köylüler ve Kırsalda Yaşayan İnsanların Hakları’nın bütün devletler tarafından uygulanması gerektiğini belirten Erdem, sözlerini şöyle sonlandırdı:

“Dünyanın küçük çiftçileri Nyeleni deklarasyonunda “Birçoğumuz gıda üreticisiyiz ve dünyanın bütün halklarını doyurma kabiliyetine, istek ve iradesine sahibiz. Gıda üreticileri olarak bizim mirasımız insanlığın geleceği için yaşamsal önemdedir” deniliyor.

Topraklarımızı, tohumlarımızı, bölgelerimizi, sularımızı, hayvanlarımızı, biyoçeşitliliğimizi korumadan yerküreyi soğutmak mümkün değildir.”

Polen Ekoloji Kolektifi’nden Cemil Aksu, La Nina etkisi ile bu sonbahar ve kış aylarında yağışlarda azalma meydana gelmesi durumunda tarım üretiminin, enerji üretiminin ve enerji fiyatlarının bu koşullardan nasıl etkilenebileceğini değerlendirdi.

La Nina döngüsünün Türkiye’ye etkisini bulgulayan araştırmalara değinerek sözlerine başlayan Aksu, “2014 yılında Mahmut Kayhan ve İlker Alan tarafından Havza Bazında Yağışın El Nino ve La Nina İle İlişkisi adıyla yayınlanan çalışmaya göre, Türkiye geneli 1951-2010 yılları arası 60 yıllık veri içinden El Niño anomalisinin +1.0 ºC'den büyük La Niña anomalisinin -1.0 ºC'den küçük olduğu 35 El Niño ve La Niña yılı verisi incelediğimizde yüzde 77 oranında pozitif anomali yıllarında yağış uzun yıllık ortalamanın üzerinde ve negatif anomali olan yıllarda ise uzun yıllık ortalamanın altında gerçekleşmiştir” ifadelerini paylaştı.

Aynı çalışmaya göre, söz konusu yıllarda Doğu Karadeniz havzası açısından uyumluluk yüzde 54 oranında pozitif anomali yıllarında yağış uzun yıllık ortalamasının üzerinde ve negatif anomali olan yıllarda ise uzun yıllık ortalamasının altında olduğunu aktaran Aksu, şöyle devam etti:

“Çoruh havzasında ise, yüzde 66 oranında pozitif anomali yıllarında yağış uzun yıllık ortalamasının üzerinde ve negatif anomali olan yıllarda ise uzun yıllık ortalamasının altında gerçekleşmiştir. Bu verilerden hareketle El Nina döngüsünün Türkiye’de de belli bir oranda kuraklığa, D. Karadeniz ve Çoruh havzasında da yağış miktarında azalmaya neden olacağı tahmin edilebilir.”

La Nina döngüsünün 2009-2011 yılları arasında dünya gıda fiyat endeksinde yüzde 37 seviyesinde bir artışa neden olduğunu söyleyen Aksu, “La Nina’nın olumsuz etkisinin sadece tarımsal üretimde değil, kömür, demir cevheri ve kauçuk hammaddesi gibi alanlarda da olumsuz etkisi olacağı biliniyor. Soya, buğday, pamuk, kahve, şeker gibi sektörlerde fiyat artışları olacağı bekleniyor” şeklinde konuştu.

Doğu Karadeniz Bölgesi'nde yoğunlaşan HES'lerle elektrik enerjisi üretiminin ve bölgede her yıl defalarca yaşanan sellerin iklim koşullarındaki değişimlerden nasıl etkilenebileceğine de değinen Aksu, Türkiye’de 2019 yılı itibarıyla enerji üretim kaynakları arasında HES'ler ikinci kaynak konumunda olduğunu belirterek şunları kaydetti:

“Elektrik üretiminde HES’lerin payı yüzde 31.5 şeklinde. Türkiye’de 117 barajlı HES (kururlu gücü 20.502,5 mw), 510 tane de nehir tipi HES (kurulu gücü 7.602,7 mw) var. 2018 bakanlık açıklamalarına göre bu nehir tipi HES’lerin 203 tanesi Doğu Karadeniz’de. Ayrıca Çoruh nehri üzerindeki biten 4 büyük baraj silsilesi var.

Türkiye’yi kapsayan 25 nehir havzasında 2015-2100 projeksiyon dönemi için Su Yönetimi Genel Müdürlüğü tarafından 2016’da hazırlatılmış İklim Değişiminin Su Kaynakları Üzerindeki Etkileri Raporu'nda önümüzdeki 20 yıl için yapılan yağış ve brüt su potansiyeli projeksiyonları, özellikle Küçük Menderes, Büyük Menderes, Gediz, Antalya, Ceyhan havzalarında yüzde 50'ye ulaşan azalmalar ortaya koymuştur. Bu raporda Doğu Karadeniz havzasında brüt su potansiyelinde yüzde 40 - yüzde 50 arasındaki azalma dikkat çekmektedir.”

La Nina döngüsü ve uzun vadede etkili olan iklim krizi verilerine bakıldığında yağışın en bol olduğu Doğu Karadeniz’de bile yağış miktarı azalma gösterdiğini aktaran Aksu, “Hali hazırda yapılan bir incelemeye nehir ve kanal tipi santrallerin yüzde 80’i, 2015-2018 yıllarında ürettikleri yıllık ortalama enerjiler planladıkları değerlerin altında kalmıştır. Bunun temel nedeni, zaten bu projeler yapım aşamasında iken havzadaki suyun durumuna bakılmamıştır. Ayrıca mevsimsel ve daha genel iklim açısından yaşanan değişimler göz önünde bulundurulmamıştır” ifadelerini kullandı.

Aksu değerlendirmelerine şöyle devam etti:

“Yani zaten verimli olmayan ve zaten örneğin mevcut büyük barajlarda ve iletim hatlarında yapılacak iyileştirmelerle, tasarruf yoluyla elde edilebilecek miktardaki elektrik üretimi için Karadeniz’in ve diğer bölgelerdeki son derece önemli doğa alanları, havzalar tarumar edildi. Bu HES’ler ‘yenilenebilir enerji’ sınıfında sayıldıkları için devlet bu şirketlere teşvikler dağıttı, alım garantileri verdi. Bunun bir bedeli var. Birincisi, tahrip olan havzalar, akarsular, parçalanan ormanlar. İkincisi de en son Giresun’da yaşadığımız sel felaketleri. Üçüncüsü, bu yaşam alanlarını yok eden şirketlere YEKDEM üzerinden yani halkın cebinden kredi verilerek bir de oradan zarara uğratılıyor halk.”

Günü kurtaran anlayış

Türkiye’de HES’ler bir enerji ihtiyacı olduğu için değil, iktidarın enerji ve inşaat şirketlerine yeni yatırım alanı açmak için yapıldığını kaydeden Aksu, “Bu sayede turizmciden, futbol kulübüne, tekstilciye kadar ne kadar yandaş şirket var hepsi HES’çi oluverdi. Bu sayede bir grup insan zenginleşti, halk fakirleşti” şeklinde konuştu.

İklimsel değişimin Karadeniz’de ani yağış olaylarında artışa sebep olacağının beklendiğini fakat genel yağış miktarında ise azalış olacağını ifade eden Aksu,“Fakat bu değişiklik mevcut sel felaketlerinin nedeni değildir. Sel felaketlerinin nedeni, dere yataklarının işgali, istinat duvarları, sahil yolu yüzünden kıyı ile deniz arasında set örülmüş olması ve vadi içlerindeki gelişi güzel yollar, akla mantığa aykırı planlamalar, kaçak yapılaşmadır. Günü kurtaran iş bitirici müteahhit kafası ile yaratılan durumdur” dedi.

İklim koşullarındaki değişimin ortaya çıkardığı olumsuzluklar karşısında yapılması gerekenlere değinen Aksu, sözlerini şöyle sonlandırdı:

“Ortaya çıkan ve çıkabilecek olumsuzluklardan kurtulmak için önce bu iktidardan kurtulmak lazım. Çünkü ortada hukuk, bilim, adalet namına hiçbir şey bırakmayan bir yönetim var. Kendi söylediğini anında yalanlayan veya tersini yapan, oldukça pragmatist bir iktidar. Örneğin, iki yıl önce Çevre Bakanı tarafından açıklanan Doğu Karadeniz İklim Acil Eylem Planı'na ne oldu? Sümen altı oldu. Çünkü o plan, iktidarın 15 yıllık suç dosyası aynı zamanda. Bu eylem planına göre ve Yargıtay kararına göre yürütmesi durdurulması gereken Yeşil Yol Projesi’ne valiler, belediyeler devam kararı veriyor. Anayasa’nın kararını yerel mahkemelerin tanımadığı gibi. Dolayısıyla ülke bu şekilde yönetilirken demokrasi, insan hakları, bilim, hukuk ilga edilmişken iklim krizi vb. üzerine konuşulamaz bile. Ekoloji hareketinin de temel hedefi bu yüzden önce bu faşizan yönetimden kurtulmak olmalıdır. Demokrasinin olmadığı yerde çevresel yıkım projeleri de ayyukaya çıkıyor. Bu dünyada da böyle. ABD, Brezilya, Çin, Hindistan, Rusya… Hepsi bu açıdan böyle.”

Tarım ve gıda krizi, aylar öncesinden aktardığımız bu uyarılara rağmen önlem alınmaması sebebiyle derinleşiyor. Sorunları tespit etmenin ötesinde çözüm siyasetinin alternatiflerini tartışmaya devam edeceğiz.