Hazırlayan/ Lütfü DAĞTAŞ


Yüksel Ağabeyin; İzmir Basmane Namazgâh, 1940 yılı doğumlu olduğunu, İzmir Namık Kemal Lisesi’ni 1957 yılında bitirdikten sonra, bursla, Almanya’da, Stuttgart Üniversitesi’nde önce kimya öğrenimi ardından yine aynı üniversitede bu kez bambaşka bir dal olan edebiyat alanında, Edebi Bilimler Enstitüsü’nde doktora yaptığını, gazeteci, yazar, çevirmen, şair, Altınordulu olduğunu iyi biliyorum.Yüksel Ağabey ile ilgili bildiğim bir başka konu onun unutulmaz bir okul anısı. O anı Yüksel Ağabeyin ağzından şöyle:

“Hiç unutamayacağım bir anım; lise müdürümüz ve felsefe öğretmenimiz Hayri Çakaloz, 1955 yılında bir gün bütün okulu bahçede toplayıp, binanın merdivenlerinden üzgün bir sesle, ‘Bugün büyük bilim adamı Albert Einstein’i yitirdik’, diyerek, bize özetle onu anlattı ve andı, ardından saygı duruşunda bulunduk.”

Yüksel Ağabey, 2000’li yılların başlarında yayımladığımız ve benim Yayın Yönetmeni olduğum Ünlem Sanat Dergisi’ne yazılarını gönderiyor, yayımlıyoruz. Beni bir defasında Almanya’daki evinin bahçesinde, “özlemişsindir” diyerek eşi İnci Pazarkaya ile birlikte mangal ve rakı partisinde, bir başka sefer de yazlarını geçirdiği Gökçeada’daki evinde bu kez şarap eşliğinde ağırlıyor. Yazar Demirtaş Ceyhun’un en yakın arkadaşı. O nedenle ne zaman bir yerlerde edebiyat üzerine bir etkinlik düzenlesem ikisi birlikte “hayır” demeden davetime hemen geliyorlar. İlişkimizin bundan ötesine taşan bir başka boyutu daha var ki şimdi onu anlatacağım.

Oğlum Ekin, liseyi bitirir bitirmez benimle hemen bir pazarlık yaptı, şöyle dedi:

“Baba, bana üniversite için o fakülte, bu fakülte diye adres göstermeyin. Ben spor akademisinde basketbol antrenörlüğü alanında öğrenim görmek istiyorum!” Allah Allah! Peki, dedik. Üniversite giriş sınavı puanı tutuyordu, yetenek sınavını da başarıyla verdi ve İstanbul Beykoz’daki Marmara Üniversitesi Spor Akademisi Basketbol Antrenörlüğü Bölümü’ne kaydını yaptırdık. Peki, nerede kalacak? Beykoz’daki yurt sadece kız öğrenciler için olunca yakın bir yerlerde ev aramaya koyulduk ve Karşıyaka’dan ağabeyim, Kuzguncuk’ta atölyesi olan Heykeltıraş-Ressam Bihrat Mavitan aracılığıyla Kuzguncuk Perihan Abla Sokak’ta üç katlı bir yapının orta dairesini tuttuk. İki, üç yıl kadar burada oturdu oturmadı evsahibesiyle sürtüşünce evden ayrılması gündeme geldi. Bu kez annesi İstanbul’un yolunu tuttu. Hem kiralık yeni bir ev bulunacak, hem de taşınmasına yardımcı olacaktı. Üsküdar Kuzguncuk arasındaki Paşalimanı’nda bir ev bulmuşlar. Ev bahçe içerisinde ve iki katlıymış. Ev sahibesi, yaşı seksenlerde bir hanımefendiymiş ve son derece pimpirikliymiş. Evi bizimkilere vermiş ama sıkıyönetimi aratmayacak kuralları ardı ardına sıralıyormuş. Derken eşim, “hanımefendi”, demiş, “biz öyle yoldan gelip geçen insanlar değiliz. Az çok bir çevremiz, bilinirliğimiz var.” Ve “eşim aynı zamanda gazeteci” diye de eklemiş.

Yeni ev sahibemiz, “benim de damadım gazeteci” demiş, “Almanya’da gazeteci.”

-Kim?

Eşim, evsahibemizin damadının kimliğini öğrenir öğrenmez kablolu iş telefonumdan beni arıyor:

-Sen Yüksel Pazarkaya’yı tanıyorsun, değil mi?

-Elbette. Hem de çok iyi tanıyorum.

-Şu sıra kayınvalidesi hanımefendiyle birlikte, Paşalimanı’ndaki kiralık yeni evimizde karşılıklı çay içiyoruz. Meğerse Yüksel Beyin kayınvalidesinin evini kiralamışız!

Rastlantıya bakar mısınız?

Ev iyi mi, onu soruyorum. Yüksel Ağabeyin kayınvalidesine derin saygılarımı iletiyor, “Yüksel Ağabey kadar evsahibemiz hanımefendinin kızları İnci Hanım ile de eskiye dayalı dostluğum vardır. Onu da söyle ki benden torpil olsun” diyorum.

Telefonu kapattıktan sonra bilgisayarın başına geçip Yüksel Ağabeye rastlantıyı, “Yüksel Ağabey, kayınvalidenizin kiracısı olduk” diye eposta rapor olarak gönderiyorum.

Çok geçmeden Yüksel Ağabeyden gelen yanıt eposta aynen şöyle:

-Allah kolaylık versin!

Genco Erkal

Genco Erkal, öncelikle tiyatrocu. Aktör ve Yönetmen. Aynı zamanda rol üstlendiği uzun metrajlı filmler de var. Dolayısıyla yazar değil. Bu nedenle bende imzalı kitabı değil ama benim çektiğim bana imzaladığı fotoğrafları var. Eh, bu da bir ayrı varsıllık.

Genco Erkal’ın imzalı fotoğraflarının öyküsü ile öykü içinde bir başka öykü Ali Paşa Hanı öyküsünü aktarmalıyım.

Ali Paşa Hanı’nın öyküsünü anlatayım: Hani, Yazar Selçuk Altun ile ilgili bölümde, İstanbul Unkapanı yolu üzerindeki metruk bir hanın üst katlarında işyerini çoktan kapatmış ama “Her nevi CİLT işleri yapılır. Kitabâşığı. No 28” diye sökülmemiş levhanın fotoğraf öyküsünü aktarmıştım ya, şimdi Genco Erkal bölümünde o öykünün devamı var.

İzmir’de, 2015 yılında tuttum bir fotoğraf projesi için kolları sıvadım. İzmir’in Basmane, Mezarlıkbaşı, Karataş semtleri Cumhuriyet’in ilk yıllarına varıncaya değin Müslüman Türklerle, Yahudi ve Rumların birlikte yaşadıkları tarihi bölgelerdir. Bu bölgelerde yoksul Rumlar, yan yana sıralı tek odalı, banyo, mutfak ve tuvaletlerini ortak kullandıkları Rumhanelerde, yine fukara Yahudiler aynı fizik özelliklere sahip, “kortejo”, İzmirlilerin Yavuthane dedikleri Yahudihanelerde, Müslüman Türkler ise aileevlerinde kalmaktaydılar. Evleri ayrı ayrı olsa da iyi günlerinde, kötü günlerinde, bayramlarında bir arada barış ve huzur içerisinde yaşadıkları o yıllardan bu zamana öykü tadında hep anlatılır.

Sözünü ettiğim bu evler artık içinde bulunduğumuz 2000’li yıllarda yok. Çoğu yıkılmış durumda. Rumlar, İzmir’de hemen hemen hiç yoklar. Yahudiler ise sayıca iki elin on parmağı kadarlar. Bir gün Mezarlıkbaşı’nda görüp, gezdiğim, ayakta kalabilmiş tek Yahudihane olan, şimdinin Manisa Akhisar Oteli fiziki görünümüyle yaratıcı yanımı adeta kamçıladı. Burada bir fotoğraf çalışması yapmalı, yapının albeni dolu ayrıntılarını karelemeliydim. Kısa zamanda projemi oluşturdum. Belli bir zaman diliminde buraya kültür insanlarımızı ayrı ayrı getirecek, onları fotoğraflayacaktım. Önde bana poz verenlerin portreleri, arka planlarında da binadan ayrıntılar yer alacaktı. Bir buçuk yıllık zaman diliminde tam 72 kültür insanımızı yağmurda, soğukta, sıcakta burada konuk ettim ve projemi gerçekleştirdim. Fotoğraf sergisini de yine bu mekanda açtım ve büyük ilgi gördü.

Konuklarımdan birisi de Genco Erkal oldu. O gün yağmur çiselemesine karşın geldi, objektifimin karşısına geçti. İsteğim üzerine durarak değil bana Nâzım’dan şiirler okumanın eşliğinde avluda, katlarda dolaşarak pozlarını verdi.

Çekimler bittikten sonra yorgunluk çayı içiyoruz. “Keşke” dedi, “bir gün İstanbul’da bizim aile yadigarı Ali Paşa Hanını görüp fotoğraflarını çekseniz.”

İstanbul’a geldiğimde sizi ararım, uygun anınızda gider, çekeriz seve seve yanıtını verdim.

Aradan hayli zaman geçti. Bir gün bir mimarlık dergisinin sayfalarını çeviriyorum. İstanbul’da bir hanı anlatan yazıyla karşılaştım. Han ile ilgili Genco Erkal ile de söyleşi yapılmış. A, fotoğraflar hiç de yabancı değil. Benim Unkapanı’na giderken önünden geçtiğim sıra içine girip, üst katlarına çıktığım, “Kitabâşığı” yazılı mücellit kapısının fotoğraflarını çektiğim han bu değil mi? Evet, o. Ta kendisi.

Çok heyecanlanmıştım. O heyecanla oturup Genco Erkal’a kısa bir yazı gönderdim:

-Merhaba Genco Ağabey. Bana İzmir’deyken sözünü ettiğiniz Ali Paşa Hanını meğerse adını bilmeden vaktiyle fotoğraflamışım. Ekte çektiğim karelerden örnek görüntüler var. Heyecan ve sevincimi paylaşayım istedim. Selam ve saygılarımla.”

Pazartesi: Hasan Yelmen, İdris Atmaca