Serdar ÇELENK

Bize biraz da bu pandemi “Hele durun bi. Aklınızı başınıza toplayın, neyi nasıl yaptığınıza dikkatlice bir bakın” demedi mi? Allah var, dedi. Hem de terlikle kafamıza vura vura dedi. İşte aklı başında olan, işini iyi yapmaya çalışan, yapmak zorunda kalan herkes, takkesini önüne koydu, kendine sordu; “Ben ne yapıyorum?”

Bu arada çevrenin önemi ortaya çıktı, hem de yakın çevremizin değil, global anlamda dünyada çevrenin ne kadar önemli olduğu. İletişimin, ulaşımın bu kadar kolaylaştığı dünyamızda, eskiden gidilmesi hayal olan ülkeler, arka komşumuz gibi oldu. Bu da tüm dünyanın birbirinden kolayca etkilenebileceğini gözler önüne serdi. Hem iyi anlamda, hem de kötü anlamda.

Sürdürülebilirlik

Konuyu böylece bir dağıttıktan sonra, yavaş yavaş toparlamaya başlayalım. Bir şeyin sürdürülebilir olması, onun şu anki durumunu devam ettirebiliyor olması ya da kendini yenileyebiliyor olması anlamına gelir. Gelecek nesillere ekolojik, ekonomik ve sosyal koşulları devam ettirilebilir bir dünya bırakmak anlamına da geliyor yani.

Sürdürülebilirlik, bugünün ekonomik ve toplumsal ihtiyaçlarını, gelecek kuşakların olanaklarını çalmadan ve doğaya zarar vermeden karşılayabilmek anlamına geliyor. Bunu turizme uyarlarsak, öncelikle doğaya zarar vermeden, yumuşak turizm yapmak, o çevrede yaşayan insanların ekonomik, kültürel, doğal değerlerini kötü anlamda etkilemeden, o çevreye zenginlik katmak diyebiliriz.

Turizmin gelişmesinde kilit rol oynayan çevresel kaynakların en doğru şekilde kullanımı, ekonomik dengeyi, doğal mirası ve biyolojik çeşitliliği gözetmek ana çıkış noktası olmalıdır. Yerel halkın sosyokültürel yapısına saygı duyma, kültürel mirası ve geleneksel değerleri koruma, kültürler arası hoşgörü ve anlayışa destek olma, üzerinde hassasiyetle durulması gereken konuların başında gelmelidir.

Lüks turizm

“İşte burada olay patlayacak şimdi” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Pek de öyle değil aslında. Tamam, lüks, kaynakların ücreti karşılığında bolca kullanımı anlamına geliyor. Bir yerde içinde israfı da barındırıyor diye düşünebiliriz. Peki nerede bunun çevreciliği derseniz, işin püf noktası şu; Kitle turizmi ile karşılaştırdığınızda, ki ülkemizde yapılan ağırlıklı turizm bu, lüks turizmin inanılmaz derece masum kaldığını görüyoruz.

Geçtiğimiz 2019 yılında ülkemize 52 milyon turist gelmiş. Bunların çoğu büyük otellerde kalmış, açık büfelerden yemek yemiş, havaalanlarını, yolları, tesisleri kullanmış. Ülkemize getirisi de kişi başı 600 dolardan 30-32 milyar dolar döviz girdisi olmuş. Kar demiyorum bakın, kasaya düşen para. Maliyeti içinde. Doğa tahribatı, kaynakların fazladan kullanımı vs. de.

Çöp parası

Bu kadar çok turist için yaptığın havaalanları, yollar, tesisler, onların çevreye verdiği zarar, dikkat etmeden kullandıkları su, açık büfelerden her gün çöpe dökülen tonlarca yemek. Bu kadar kişiyi taşımak için kullanılan uçak, araç, akaryakıt, onların neden olduğu karbon salınımı. Yani bunların bıraktıkları döviz, onlar için katledilen doğaya, kullanılan hava, su, toprak, enerji gibi doğal kaynaklara, onların çöplerini toplamaya yetmiyor, yetmez.

Ne anlatmaya çalışıyoruz bununla? İçine doğayı, toprağı, suyu, enerji için harcadığınız doğal kaynakları, yani bu insan fazlasının çevreye getirdiği yükü maliyetinizin içine koymadığınız için, sanki kar ediyormuşsunuz gibi gözüküyor. Ülke kaynakları, ülkemizin genel avantajına baktığınızda şimdiki turizmin bilançosu “Külliyan Zarar”.

Ne yapalım yani, turizm yapmayacak mıyız o zaman? Haşa, tabii ki yapalım, yapacağız. Hem de daha iyisini, daha faydalısını. Nerede çokluk, orada ... olmadan. Daha az kişiyle, aynı kazançları sağlayarak, gelirin daha geniş bir kesim arasında paylaştırıldığı, kaynaklarımızı tüketmeden, yerel halka da kazandırarak.

İşte yavaş yavaş konumuza geliyoruz, katma değeri yüksek turizme. Diyelim ki 50 milyon değil, 10 milyon turist geldi. Ama daha üst seviyeden. Beton kalelerde, “her şey dahil, Türkiye hariç” sisteminde değil de, küçük butik otellerde kaldılar. Kaliteli ürünlerle beslendiler. Doğada yürüdüler, aktiviteler yaptılar, yemek atölyelerine katıldılar, şarap içtiler, özel yemeklerle kendilerine ziyafet çektiler. Bunun da parasını babalar gibi ödediler. Bir de üstüne sadece birkaç Çin malı magnet değil de, pahalı ürünler aldılar.

Dünyanın en eski ve en zengin şarap kültürünün coğrafyasında yaşıyoruz ama önoturizm (şarap turizmi) konusunda minik adımlar dışında kayda değer bir hareket yok. Son zamanlarda şövalye ruhlu insanların girişimleri sonucu bağ rotaları ve bu rotaların üzerinde butik oteller de oluşmaya başladı. Fransa ve İtalya bu kültürü turizmde servete çevirirken, biz resmen uyuyoruz. Tabii burada devlet politikaları da önemli rol oynuyor.

Şimdi ne oldu bir bakalım. Kurduğun sisteme bağlı olarak ülkeye giren döviz miktarı aynı, ama turist sayısı yüzde 80 daha az. Var mı bir sorun sizce? Bence yok. Sorun olmadığı gibi, doğal kaynakları yüzde 80 daha az tüketmişsin, çevreyi yüzde 80 daha az kirletmişsin. Turizm getirisi birkaç tekelci ulusal ve uluslararası şirketin değil, daha geniş bir vatandaş kitlesi arasında paylaşılmış. Bunun neresi kötü acaba?

Aslında sorunumuz tembellik, kopyacılık, kolaycılık. Kopyala yapıştır tekniği. Ben kafamı yormayayım, çok fazla uğraşmayayım, sürümden kazanayım. Bu arada popomla dağları devireyim, doğanın tahrip edilmesine göz yumayım, kulak tıkayayım. Oldu canım! Vicdan muhasebesi de yapmaz bunlar, çünkü vicdanları da yoktur. Tembellikle para kazanmak için her şey mübah.

Bunları yapmayıp, öğrenip, uzman olduğumuz dallarda ciddi işlere kalkışsak, tabii önce uzmanlaşarak. Yeni konular, yollar araştırsak turizm adına, birbirimizin müşterisini çalmaya kalkışmadan, pastasını bölmeden.

Bu nedenle katma değeri yüksek turizmi destekliyorum. Az olsun, öz olsun. Doğamıza, kültürümüze zarar vermesin. Ancak paramızı da kazanalım. Bu tabii kitle turizmi yapanların işine gelmez. Onların gözlerinde dolar veya euro gözlükleri vardır çünkü.

Bir yerden başlamamız gerekir “Turizmimizi Kurtarma Hareketi”ne. Şevkle, istekle, ülke sevgisiyle. Mirasyedi gibi davranmadan, kendi ürettiğimizden yiyerek. Yoksa bir zaman sonra ortada ne memleket kalır bozulmadık, ne de turizm diye bir şey. Dünyanın turizm çöplüğü oluruz. Bu kadar eski tarihe, kültüre ve harika doğaya sahip bir ülke olarak, bunu bile yapabiliriz. Maalesef...

Geçtiğimiz Cuma günü Uluslararası Sürdürülebilir Turizm Derneği (USTUD) Başkanı Adviye Bergemann, İspanya’dan konunun uzmanı Deusto Üniversitesi'nden Dr. Samiha Chemli ile “Lüks Turizm ve Sürdürülebilirliğin Uyumu” başlıklı bir söyleşi gerçekleştirdi. Bir saat süren bu ilginç söyleşiyi önümüzdeki yazımda sizinle paylaşacağım. USTUD, “Sürdürülebilik söyleşileri” başlığı altında yurt içi ve yurt dışından uzmanlarla, her ayın ilk cuma günü bu söyleşileri tekrarlatacak.