Yazan/ Duygu ÖZSÜPHANDAĞ YAYMAN

Çok değil, şunun şurasında birkaç hafta önce sınırlardan söz ediyorduk. İnsanlık ailesi olarak sınırlar için ölüp sınırlar yüzünden evlerimizi terk ediyorduk. Başka coğrafyaların sınırları, önümüze duvarlar örüyordu. Daha düne kadar bir evimiz, bir ülkemiz varken dünyaya sığdırılamaz hale gelmiştik.

Oysa şimdi herkesin sınırları olabildiğince geriye, içeriye çekildi. İki kolumuzu açıp dokunabildiğimiz, yalınayak dolaşabildiğimiz yerle sınırlıyız.

Evlerimize çekildik. Evlerimizden çıkamıyoruz. Sınırlarımız, evlerimizin duvarları.

Çünkü dünyayı olabildiğince genişleten, büyüten; toprakları, suları birbirine bağlayan ve birbirine düşüren; milyonları dünyanın orasında burasında üst üste yığıp sonra gönlünce savuran, hayvanları doğal yaşamlarından koparan kapitalizm, kendine yenildi!

Kendi dev iştahına, Ekvator’u dolaşan kollarına, kara Afrika’ya bastığı ayaklarına, Asya’da ucuz iş gücüyle cisimleşen arsızlığına, Avrupa’da temize çektiği uygarlığına yenildi!

Nasıl çıktığından bir türlü emin olunamayan bir virüs; hayvanları da insanları da aynı vahşi tüketim düzeninin nesneleri haline getiren, dünyayı ne zamandır elinde tuttuğunu bile unuttuğumuz kapitalizmi esir aldı.

‘80’li yıllarda çocukken, korkuyla izlediğim bir film vardı. Yul Brynner’ın canlandırdığı robot kovboy, kendisini üreten insanlığın katili oluyordu. Kendimi teskin etmek için, “Aman canım, film icabı işte!” demiş, yine de kalbim pır pır izlemiştim. 1973 yapımı filmin adı, “Batı Dünyası”ydı. Ne kadar ironik, değil mi?

Filmlerin, kitapların, ezcümle sanatın; hayat öyle icap ettirdiği için “film icabı” olduğunu gördüm sonra.

Uygarlığı “Batı Dünyası” başlığı altında tanımlayan kapitalist düzen; “tüketim, tüketim, daha çok tüketim” şiarının sınavıyla karşı karşıya şimdi. Ne ki binlerce insan, canıyla ödüyor bedelini.

Daha önce tanışmadığımız ve kendini bize hiç göstermeden düzenimizi alt üst eden virüs, mini minnacık cüssesiyle hayatlarımızın korku filmi oldu. Hangi taşın altından çıkar, dokunduğum ekmekle mi evime girer, yaslandığım kapının kolundan mı vücuduma nüfuz eder, yenir mi içilir mi, atlatılır geçilir mi...

Soruyoruz şimdi.

Bu kadar çok ve kontrolsüz üretim yapmak zorunda mıyız?

Bu kadar çok ve kontrolsüz tüketmek zorunda mıyız?

Dünyanın belli yerlerinde bu kadar üst üste yaşamak zorunda mıyız?

Hayvanlara özgürlüklerinin bedelini, onları esir ederek ödetmek zorunda mıyız?

Şimdi sokaklar boş. Evlerimize çekildik. Evden çalışıyor, evden okula devam ediyoruz. Konserler iptal. Pek çok mekan gibi sinemalar, tiyatrolar, kütüphaneler kapalı. Göremediğimiz korkutur bizi. Görünmeyen minik canavarın korkusundan kapılarımızı kapattık, pencereden başımızı çıkarıp çıkarıp içeri çekiyoruz.

Sosyalliğimiz, tüketimimiz, kurumlarımız, kurgularımız... Modernizmin ürünü onca şey darbe alırken kapitalizmden kar hanemize yazdığımız bilim ve teknoloji kaldı elimizde. Tıp bilimi ve teknolojisine yaşamlarımızı, internet teknolojisine ise sanal sosyalliğimizi borçluyuz. Onlarca sanal müze, kütüphane, konser salonu, sergi salonu arasında geziniyor, internetten film izliyor, canlı bağlantılarla birbirimizle dayanışıyoruz. Balkonlardan birbirimize hangi şarkıları söyleyeceğimizi konuşuyoruz.

Marketleri talan edenler ile tüketimden arınanlar, ayrışıyor birbirinden... Hayata yine, bilimle ve sanatla tutunuyor, evlerimizin duvarları ardında dünyanın düzenini temize çekiyoruz.

Peki ya evlerinden edilenler... Onların sınırı ne yana düşüyor?