Yazı Dizisi/ Lütfü Dağtaş

Yazı dizisinin başında belirtmiştim; Barselona, İspanya’nın özerk Bölgesi Katalonya’nın başkenti. Akdeniz’in kıyısında düzlük bir arazide kurulu. İspanya’nın, Madrid’den sonraki en büyük yerleşim merkezi. Barselona’yı kadrosunu ünlü futbolcuların doldurduğu futbol takımıyla tanıyoruz ama bilmemiz gereken çok ayrıntısı var. 1900’lü yıllardan kalma ızgara planlı bu kent, daha geniş ölçekte, modern sanat akımına yön veren Mimar Gaudi’nin yapılarıyla da epey biliniyor.

Kent, müzeleri, Sagrada Familia Bazilikası, Park Güell’i, Barri Gotic adını taşıyan Ortaçağdan kalma tarihi dokusu, farklı kültürü ve Gaudi imzalı benzersiz yapıtları dolayısıyla her yıl milyonlarca turistin akınına uğruyor.

Akdeniz kıyısı olmasının ötesinde Afrika kıtasına, dolayısıyla ekvatora yakınlığının sağladığı sıcak iklim, kentin ayrı cazibe noktasını oluşturuyor. Gitmeden önce yaptığım araştırmalarda Mimar Gaudi’nin tasarladığı, başladığı ancak bitiremediği, halen de bitirilemeyen Sagrada Familia Bazilikası, yine Gaudi’nin imzası bulunan Park Güell, kentteki ona ait diğer yapılarla birlikte Picasso Müzesi, kentin yüreği olarak nitelendirilen Katalonya Meydanı, bu meydandan başlayıp limana uzanan La Rambla Caddesi, caddeye bitişik Barri Gotic, Picasso Müzesi, yakınlarda yer alan Salvador Dali Müzesi görülmesi gereken yerler olarak sıralanıyor.

Barselona’da, gün içi zamana bağlı olmaksızın geçireceğim tam beş günüm var. Üç günümü İgualada’da geçirdim, şimdi beş gün gündüz ya da gece özgürüm.

Ver elini Barselona!

Festival Yönetmeni dostum Ramon Muntane, beni aracıyla İgualada’dan Barselona’ya her 20 dakikada bir kalkan otobüslerden birine bindiriyor. Araç son derece rahat. Pencereleri gayet geniş. Çevreyi göre göre gitmek büyük keyif. Otobüs, yol üstündeki iki üç köye uğrayıp yolcu toplayacağından Barselona’ya 50 dakika kadar bir sürede ulaşacakmışız. Olsun, içinden geçeceğim köyleri de böylelikle görmüş olurum. Ulaşım bedeli olan 5.40 Euroyu sürücüye verip, biletimi alıyor, koltuğuma oturuyorum.

Uğradığımız köylerdeki mimari son derece düzgün, yapılar pırıl pırıl ve sağlam. Öyle dam bozması evler yok. Hepsi sarının pastel tonlarını taşıyor. Yollar düzenli ve düzgün. Evet, Ramon’un dediği gibi üç köye uğrayıp yolcu indirip yolcu aldıktan sonra Barselona’dayız. Son durakta indikten sonra 34 numaralı belediye otobüsüne binecek ve konaklayacağım, önceden rezervasyon yaptırdığım hostelin bulunduğu Clot semtine ulaşacağım. Ramon’un elime tutuşturduğu Barselona kent planına bakılacak olursa, İgualada otobüsünden inip 34 numaralı belediye otobüsüyle gideceğim mesafe 30 dakika. Elimde tekerlekli bir tek valizim var, omzumda da fotoğraf makinalarımı koyduğum çantam.

İndiğim durağın bulunduğu bulvardaki kaldırımların çok geniş olduğunu görünce, bu yolu yürür müyüm, diye soruyorum kendime. Otobüs bileti 2.40 Euro. Ülkemde Euro henüz 7 lira olmasa da kendimi 7 liraya göre koşullandırdım. 2,40x7=16,80 Lira. Bir belediye otobüsüne 30 dakikalık yolculuk için 16 lira ödemek ağır geliyor. Barselona, cebindeki liranın değeri iyice ezilmiş bizler için çok pahalı. Bizde 1, bilemediniz 1.5 liraya aldığınız şişe suyu burada 1 Euro. Çarp yine 7 ile, 7 lira, facia! Kararımı verdim, yürüyeceğim. Hem çevreyi görmüş olurum. Elimdeki plan beni yönlendiriyor. Kaldırımların yayaya sağladığı rahatlık da güven verince, ıslık eşliğinde 34 numaraya boş verip yürüyorum. Carrer del Clot, No 226’daki hostelime varmak tam 2.5 saatimi alsa da pek öyle koymuyor. Yoruldum yorulmasına ama düzenli bir kentin yerleşimini yakından gördüm. Ancak ilgimi çeken şu: Kentte çok sayıda motorlu taşıt var. Arabaları katlayacak sayıda da motosiklet. Trafik son derece düzenli, herkes kuralına uyuyor, korna sesi yok ancak yoğun egsoz kokusu genzimi yakıyor.

Hostele gelinceye değin yol sorduğum herkes çok yardımsever. Ülkemin gelenekselliğini terketmemiş insanında gördüğüm yardımı burada bulduğuma çok seviniyorum. Hatta bir gün hostelime daha yakın diye Clot yerine Navas metro istasyonunu sorduğum İspanyol, gidiş yönünün tersine dönüp istasyon girişine değin bana eşlik ediyor, mahçup oluyorum.

Clot’taki hostelim aslında bir apartman dairesi. Elime bir apartman cümle kapısının, bir daire kapısının, bir de kalacağım odanın kapısının anahtarını veriyor yönetici bayan. Benden başka ortaokul öğrencisi oğluyla o yönetici bayan ve diğer odada da Danimarkalı genç bir turist var.

Yürürken bir iki meydan ve meydanları rahatlatan yeşil dokusuyla öne çıkan park görüyorum. Şubatın ılık güneşi Barselonalıların buralara çoluk çocuk akın etmesine yol açmış. Çocuklar, oyun alanlarında neşe içindeler. Genç bir kız, yanında getirdiği tuvale resim yapıyor. Ellerinde kahveleri olan insanlar var ama öyle çekirdek çitleyip kabuğunu yere atanı yok. Yerler tertemiz. Ne acı ki 28 Şubat’da Türkiye’ye dönüşüme denk gelen corona virüsünün darmadağın ettiği bu ülkenin insanları uzun süre bu parkları dolduramayacaktır.

Kalacağım hostele gelirken çaprazda gördüğüm ünlü La Sagrada Familia Bazilikası’nın kuleleri görkemli bir yapının simgeleri olarak gözüme çarpıyor. Bu devasa yapıda modern mimarinin öncülerinden, adı kentle özdeşleşmiş Antoni Gaudi’nin imzası var. İnşaat 1880’de başlamış, Gaudi, 1926 yılında inşaatı denetlediği sıra tramvay altında kalarak yaşamdan ayrılmış. Carrer de Mallorca Caddesi’ndeki yapıyı dışarıdan görmek, fotoğraflarını çekmek bedava ancak içeriye girmek paralı.

Bilet ücreti bölüm bölüm; yani bir bölüme 20 Euro ödüyorsunuz, daha geniş bölüm dolaşacaksanız ödemeniz gereken tutar artıyor. 2026, Mimar Gaudi’nin ölümünün 100. Yılı. Hedef, yapımı 2026’da noktalamakmış. Sanat çevreleri, Barselona’nın simgelerinden bu yapıyla ilgili olarak neo gotik, art nouveau tarzında, diyorlar. Bazilika, Gaudi’ye özgü yuvarlak hatlara sahip. Nitekim kentin diğer yerleşimlerinde yine Gauidi’nin imzasını taşıyan binalarda bu yuvarlak hatlarla hep karşılaşıyorum. Dolayısıyla, La Sagrada Familia’da hiçbir duvar dik, hiçbir kolon düz değil.

La Sagrada Familia, aynı zamanda UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Barselona’ya gelip de buraya uğramayan yerli, yabancı turist olmazmış. Nitekim hostele yerleştikten sonra ben de bir günümün sabahını burayı görmeye ayırdım ve metro ile kolaylıkla ulaştım. La Sagrada Familia’nın iç yapısını ayakta tutan kolonlar, yapının içine girildiğinde ormanda dolaşılıyormuş duygusunu uyandırmak için, dallanıp budaklanmış ağaçlar biçiminde tasarlanmış. Mimar Gaudi, gerçekten bilgili, kararlı birisiymiş. Neyi tasarlıyorsa özgürce yapmış. Yazarın, çizerin özgürlüğü kadar mimarın da özgür olması ortaya şaheser işler çıkartıyor. Halen bulamadığımız şey, özgürlük, öyle değil mi? Bunu, yani mimarın özgürlüğünün sonucunu, bir başka günümü ayırdığım, yine onun imzasını taşıyan Park Güell’i gezerken de gördüm. İnşaatını denetlerken gelip bir tramvayın çarpması sonucu ölmesini ise hiç yakıştıramadım. Tramvay çarptığında üzerindeki işçi giysileriyle kendisini ilkin kimse tanımamış. Hastanede fark ettiklerinde ise iş işten geçmiş. Trajik ölümlerden birisi.

La Sagrada Familia’nın devasa karınca yuvasına benzeyen ve yine şekil olarak sahilde kumdan kalelerden kayıp giden kumları andıran kilise kulelerinin en yükseği İsa’yı, ondan biraz daha alçak olanı da Meryem’i temsil ediyormuş. Ayrıca tasarlanan 18 çan kulesinin 12’si havarileri, dördü ise dört İncil’i simgelemekteymiş.

Yaşamı boyunca dindarlığı ile tanınan ve koyu bir Katolik olan Gaudi’nin naaşı kilisenin mahzen mezar bölümünde bulunuyor. Gaudi, zamanında şehirde yaptığı yapılardan elde ettiği tüm geliri bu yapıya yatırmış.

Devam edecek...