Yazı Dizisi / Lütfü DAĞTAŞ

Yürüdüğüm caddeyi kesen bazı sokaklarda yaya geçitleri boyayla işaretli ancak trafik lambaları yok. Yürüğüm kaldırımda yaya geçidine inmeme daha iki adım varken gelen aracın durup bana yol vermesine çok şaşırıyorum. Motosikletler de öyle. Onlar da durup geçme önceliğini bana veriyorlar. Yaya olarak böylesine saygı görmeye hayli yabancıyım. O nedenle bundan sonraki Barselona günlerimde araçların durup bana saygıyla yol vermelerine alışmam bayağı zaman alacak. Açık söylemem gerekirse ülkemdeki kural dinlemezliğin yarattığı mağduriyet içimde tortulaşmış! O nedenle bu tortuyu hemen öyle söküp atmam pek kolay gözükmüyor.

Derken bir meydan çıkıyor karşıma. Meydanda da bir pastane. Tıpkı çocukluğumun, artık şimdi izini yitirdiğimiz Beyoğlu pastaneleri gibi dış görünüşü, vitrin camları, ahşap kapı ve pencere pervazları ve elbette yan yana dizili rengarenk dizili tatlılarıyla albeni dolu bir pastane. Bir kütüphaneden içeriye girercesine olabildiğince sessiz ve saygılı kapıyı açıyor, içeriye giriyorum. Tıpkı kaldırıma bakan vitrinde gördüğüm gibi buradaki camlı vitrinin gerisinde de farklı renk ve biçime sahip tatlılar yan yana sıralanmışlar. İşte o an çocuklaşıyorum. Ondan mı yesem, bundan mı? Yoksa ayrım yapmayıp iki üç ayrı tatlıyla mı tanışsam. Üstelik karnım aç…

Camekanın gerisinde orta yaşı çoktan devirmiş, orta boylu ama saç ve yüz makyajlarıyla bakımlı iki tezgah görevlisi bayandan dudakları koyu bordo rujlu olanının bana gülümseyerek baktığını duyumsuyorum. Göz göze geliyoruz.

Kadın, “Hola!“ diyor, yani merhaba.

Yabancı olduğumu hemen başta belirtmem gerek, üstelik Türkiye’den geldiğimi.

-Hello, diye yanıtlıyorum kadını İngilizce. Sonra karşımdaki anlar mı anlamaz mı konusuna hiç takılmaksızın yine İngilizce, “Türkiye’den geliyorum. Türküm. Tatlılarınız pek güzel görünüyor. Hepsini yemek istiyorum!”

Bu kez göz göze gelmediğimiz diğer kadın tezgahtar ile göz göze geldiğimiz koyu bordo rujlu görevli birbirine bakıyor. Ben tümcemi yineliyorum:

-Türkiye’den geliyorum, Türküm. Tatlılarınız pek güzel görünüyor. Hepsini yemek istiyorum.

Ne söylediğimi anladılar. Esprimi de. Gülerek karşılık veriyor koyu bordo rujlu:

-Tatlılarımızla ilgili iltifatınız için teşekkür ederiz.

Pastanenin içersinde yine o eskinin Beyoğlu tatlıcılarındaki gibi oval kıvrımlı, koyu kahverengi ahşap sandalyeler ile üzeri camlı yuvarlak masalardan birini işaret ediyorum:

-Burada yemek istiyorum…

Öyle ya, pastalar denli bu tertemiz, şıkır şıkır, üstelik tarih kokulu pastanenin de tadını çıkarmalıyım. İçeride benden başka müşteri yok şu sıra. Müzik yayını da. Dinginlik insanı rahatlatıyor. Bir tek eksiği ne burasının, diye düşünüyorum. Buldum: İnce cam bardakta ikram edilecek mis kokulu Türk çayı. Ama yok işte! Yoksa, unut, kafana takma, pastalara yoğunlaş! şeklinde kendime telkinde bulunuyorum.

Birazdan biri bol çikolatalı, diğeri çilekli işaret ettiğim iki ayrı pasta pembe çiçekli beyaz porselen tabaklarda önüme konuyor. Kısa bir ikirciklenme yaşıyorum; önce çilekliye mi batırayım çatalı mı, bol çikolatalı olana mı? Çikolata tadının verdiği keyif ağır basıyor, onu arkaya bırakıp çilekliden başlıyorum. Müthiş bir tat! Bu tat açlığımı bastırmanın ötesinde yol yorgunluğumu alıyor, keyfin doruğundayım. Tezgahın gerisindeki bayanlara fark ettirmemeye çalışarak, bunlar bitince daha başka hangisini söylemeliyim, karşımdaki vitrine bakıp onu bulmaya çalışıyorum. Ama bu ikisinin üstüne farklı da olsa bir üçüncüyü söylemek çok abartmak olacak. Ne yazık ki doydum!

Suyumu içerken masamdaki boş tabakları almaya gelen koyu bordo rujlu kadın, gözlerinin içi gülerek soruyor:

-Beğendiniz mi?

-Beğendim. Bu tatları hiç unutmayacağım ve Türkiye’ye dönüşümde dostlarıma söyleyeceğim.

-Çok teşekkür ediyoruz.

İki tatlının bedeli 5.50 Euroyu uzatıp fişimi alıyor, hanımefendileri kendi dillerinde adéu (hoşça kal) diye saygıyla selamlayıp pastaneden çıkıyorum. Yokuş aşağıya geniş kaldırımlı, sessiz, birbirine saygılı trafiğin getirdiği düzene uyum sağlamaya çalışarak yürümemi sürdürüyorum. Bu karşıma çıkıveren, bana Beyoğlu’nun, çocukluğuma denk gelen 1960’ların pastanelerini çağrıştıran ya da 1970’ler ile 1980’lerde, 2000’li yıllara değin İstiklal Caddesi’ndeki tarihi Cercle d’orient Binasında uzun yıllar hizmet verdikten sonra 2012 yılında kapanıp başka bir yere taşınan, sıklıkla uğradığım profiterolu ve ardından içilen limonatısyla ünlü ya da o ayarda tadına baktığınız babaruazıyla, fıstığa batırılmış kestane şekerli çikolatası maron degise’nin profiterolünden geri kalmadığı İnci Pastanesi’nin tadını anımsatan, iç dekoruyla albeni dolu bu pastane beni gerçekten mutlu kıldı. O yüzden yelkenime dolu rüzgarla yokuş aşağıya doğru adeta uçuyorum.

Tabii, İgualada’da geçireceğim iki günün dışında, yine ilk kez ayak basacağım Barselona’da da, kentin yüreği olarak nitelendirilen Catalunya Meydanından Kristof Kolomb’un (Christopher Columbus) devasa heykelinin bulunduğu sahile değin uzanan ünlü La Rambla Caddesi ile bu caddeye bitişik Orta Çağ’dan kalma Barri Gotic’in dar, kıvrımlı sokaklarımda sıklıkla karşıma çıkı çıkıverecek olan pastanelerden henüz habersizim.

*

Yürüdüğüm sıra sağlı sollu bahçe içinde villalar görüyorum. Eğimden aşağıya sarktıkça önüme çıkan bir alanda, sağımda bir okulun levhası karşıma çıkıyor. Gayet büyük bu taş binanın girişinde okul “Escuala” yazmasa burasını müze olarak düşünmemem işten bile değil.

Bu meydanı da geçtim. Şimdi sağ ve solumdaki binalar, yapı tarzı olarak fabrikayı andırıyor. Ve dericilik üzerine çalışmalarım sırasında alıştığım o bildik kokuyu duymaya başlıyorum. Evet deri işleme bölgelerinden hiç eksik olmayan koku bu; benim içselleştirdiğim, yabancılık çekmediğim, hatta burnumu tutmadığım. Resepsiyon görevlisi elimdeki krokiden karşıma bir akarsunun çıkacağını göstermiş, yolun sağ ve sola ayrıldığını, benim festival alanına ulaşmam için sola dönmem gerektiğini belirtmişti. Karşıma çıkıveren akarsu (Anoia Nehri) bende, bir anda, bir zamanlar İzmir’de deri işlemenin merkezi durumundaki Yeşildere çağrışımı yapıyor. Demek İgualada’nın Yeşilderesi bu ırmak. Yatağı hayli geniş ama akan suyunun azlığı bölgede yıllara yayılmış kuraklığın göstergesi. Sola sapıyorum. Devasa fabrika binalarının kapı ve pencereleri örtülü ama içeriden çalışan makinelerin sesleri geliyor. Evet, koku bu fabrikaların ne olduğunu ortaya koydu, deri işleyen fabrikalar bunlar. Derken önünden geçtiğim birisinin kapısı açık ve önünde üç kişi iki tekerlekli bir çekicinin üstüne koydukları iri ahtapot maskotunu boyuyorlar. Yanlarına yaklaşıyorum:

-Hola!

-Hola!

Bu binanın deri fabrikası olup olmadığını soruyorum. Eskiden deri fabrikasıymış Deri fabrikalarını arıyorsam ırmak boyunca sol yönde ilerlemem gerekiyormuş.

Teşekkür edip ayrılıyorum yanlarından. Ayrılmadan önce de boyadıkları ahtapot maskotun fotoğrafını çekebilir miyim, onu soruyorum. Evetle yanıtlıyorlar. İgualada’da kaldığım ikinci gece bu ahtapotlo ikinci kez karşılaşacağım, bu yılın teması olan “plastik artık yeter” temalı festival yürüyüşü sırasında kortejde.

S ü r e c e k