Yazan/ Handan GÖKÇEK

Bir gün içerisinde gözümüzün gördüğü her anı fotoğraf olarak düşünelim ve diyelim ki hiç birini unutmuyoruz. Duyduğumuz her sesi düşünelim, onları da unutmuyoruz; zihin bu kadar ses ve fotoğrafla yaşamaya ne kadar dayanabilirdi? Son zamanlarda öyle şeyler yaşanıyor ki, öyle fotoğraflar ve sesler zihnimize kazınıyor ki yaşamak daha bir ağır geliyor. Gökyüzüne bakıp “yeter!” diye çığlık atmak geliyor insanın içinden ama bu da kayıtlara alınacak bir ses ve görüntü olarak kalacağından; korkuyor insan… Ruhlarımız o atom bombasından kaçan kızın yüzündeki dehşet ve bedeninin çıplaklığı gibi koşuyor içimizde. “Onca acıya karşı hiçbir şey yapamamak” insanın kendine bile yabancılaşmasına neden oluyor. Savaşlar, bir yerden başka bir yere gitmeye çalışan, dertleri sadece yaşayabilmek olan insanlar, depremler ve en son herkesi şaşkına çeviren, sevdiklerinden ayıran salgın hastalık (adını bile artık telaffuz etmek istemiyorum)

Yaşamak için bir şey yapmalı diyorsun içinden. İçinden neler diyorsun neler… Dünya kendi döngüsü içinde sürekli aynı yörüngede yol alıyor, her gün aynı güne uyanıyorsun artık, her şey aynı. Birbirinin canını yakan insanlar, hayvanları, bitkileri katleden insanlık…

Binalar değişiyor, insanların yüzleri değişiyor, teknoloji ilerliyor ama her şey aynı. Bombalar patlıyor, insanlar ölüyor, bir kadın tecavüze uğruyor, bir adam sırtından vuruluyor, bir çocuk taciz ediliyor. “Kanım kurusun unutursam” cümlesi geçiyor sık sık bilgisayar ekranından. Her güne unutulmaması gereken onlarca acı düşüyor ama kimsenin kanı kurumuyor, her acı unutuluyor… Acıların üstüne sürekli yenileri ekleniyor…

Sokakta yürüyorsun, kocaman siyah gözleriyle üstü başı perişan bir çocuk, bilmediğin dilde bir şeyler söyleyerek mendil uzatıyor. Yanından bir adam geçiyor.

“Kendimizi doyuramıyoruz bir de bunlar çıktı başımıza” diyor…

Bir kadın,

“Savaştan kaçtıkları yetmiyor bir de çocuk yapıyorlar durmadan,”

Bir genç kız

“Neden aldılar ki bunları ülkemize?”

Bir dükkân sahibi çıkıyor dışarı,

“Yürü lan buradan, kim getirdiyse o baksın,”

Bu cümlelerle uyuduktan sonra,

“İtalya önlem almamış o yüzden çok ölüm var,”

“Bize bir şey olmaz,”

“Ayy yiyecek stoklayalım,”

“Müslüman adama virüs bulaşmaz,”

Bu cümlelerle uyanıyorsun, bir gün önceki cümlelerden eser kalmıyor zihninde…

Sokağa çıkmak şöyle dursun, pencereden bakmaya imtina ediyorsun. Zaten işyeri tatil edilmiş. Uzun süredir evde vakit geçirememiş olduğunu anlıyorsun bir anda. Kitaplığı şöyle bir düzenleyeyim derken, eline geçen kitap Gabriel Garcia Marquez - Kolera Günlerinde Aşk. Yarım bir gülüş yerleşiyor dudaklarına.

Corona virüs günlerinde okunacak kitabın elindedir artık. Yarım yüzyıllık bir aşkın öyküsü sokaktaki cümleleri unutturuverir birden. Okuyalı epey zaman olmasına rağmen zihnini zorlayıp hatırlamaya çalışırsın. Florentino Ariza, Lorenzo Daza’nın evine bir telgraf götürmüştür. İyi bir haber götürmüş olduğu için para almıştır. Dönüşte görmüş olduğu manzara onu biraz şaşırtmıştır, annesine kitap okumayı öğreten bir kız görmektedir karşısında ve kızı gördüğü anda aşık olmuştur. 51 yıl 9 ay 4 gün süren bir bekleyişin; "sadık çapkın" Florentino Ariza’nın “doğuştan kibirli” Fermina Daza’ya olan saplantılı ve tutkulu aşkının hikâyesi corona günlerinin ilk gününde eşlik eder sana…

Yazar’ı bu hikayeyi yazmaya iten neydi tam olarak bilinmez ama yazarın bireysel ve toplumsal tarihi yazdıklarına mutlaka yansır. Marquez’in bu kitapta, annesiyle babasının aşkını anlattığı da söylenmektedir. Edebiyat, zamanı, coğrafyayı, dili, dini yok sayar aynı duyguların birlikteliğinde okurunu ve yazarını buluşturur. Kitaptan birkaç alıntı:

“Kendimi bildim bileli kentlerde insanlar kurşunla değil, kararnamelerle öldürüyorlar.”

“Kim olursa olsun, herkes kendi ölümünün sahibidir; o an gelip çattığında yapabileceğimiz tek şey, insanların korkusuz ve acısız ölmelerini sağlamaktır.”

“İnsanın adının kötüye çıkması, sağlığının bozuk olmasından da beter.”

“Yüz yaşıma geldim, her şeyin, evrendeki yıldızların bile yerlerinin değiştiğini gördüm; ama bu ülkede hiçbir şeyin değiştiğini görmedim daha.”

Evet bir şey yapmalı oturup yazmalı mesela, sözcüklerin sessiz ama güçlü haykırışları ile zamanın çok daha uzak bir köşesine seslenmeli… Gökyüzüne bakıp “Yeter” diye bir çığlık atmak olmalı yazmak...