Beyefendi pek şıksınız…

Üstünüzde takım elbise, ilk bakışta puantiye olduğu izlenimi veren minnak çizgili kravatınız, ki düzgün bağlanış, düğümü sıkı, duruşu doğru, başınızda fötr şapkanız, hafif kederli bir tebessüm, kırışık, hayli kırışık bir yüz, ama, hayret, yaşlı görünmüyorsunuz, gözleriniz çakmak çakmak.

Takım koyu renk, çizgili, bilen biri seçmiş belli, herşey birbiriyle uyumlu… Belki siz kendiniz biliyorsunuz, belki usta siz’siniz, emekli erkek terzisi olabilir misiniz?

Emekli memur duygusu verdiniz bana, şapkanın duruşu, sizin o fötr’ü taşıyışınızdaki eda…

Önünde durduğunuz yapı eviniz olabilir mi?

Fotoğraf sanatçısı yolda yakalamış olmalı, kavun almak için yola indiğinizi düşünmek istemiyorum, bu takımla ve bu asil duruşla olmaz.

Kavun bâzen asâletle bağdaşmıyor. Bizim tiyatro sanatçısı eniştemiz, rahmetli Kemal Dirim, ki kendisi İzmir Şehir Tiyarosu’nun önce terzisi, sonra oyuncusu idi, fiii tarihinde, sonradan tiyaro kapatılınca mülga Şehir Tiyatrosunu kurduysa da ekip, tutunamamışlar, Istanbul’da Galata köprüsü başında, gene fii tarihinde elbet, niyeyse aynı sizin önünde durduğunuz el arabası olan seyyar kavuncudan birkaç tane kavun almıştı, sonra Tepebaşına kadar çocuklara ve bana taşıtmıştı. Kendisi grantuvalet, kavun taşınmaz öyle olunca, haklı…

Öyle dediydi zaten, “koskoca san’atkâr kavun taşımaz!…” Kavunlar küçüktü, biz de küçüktük; o önden gidiyordu, dimdik, vakur ve yakışıklı, hayli san’atkâr, arkada, kucağında kavunlarla üç küçük çocuk, ona hak vererek, eve kadar taşıdıydık, o şapkasını çıkartarak kimi insanlara selam veriyordu. Kavun olsa o selam nasıl verilecek? Hadi düştü, patladı, saçıldı kavun? Yakışık almaz bir kere, ya kavun, ya sanat ve selam.

Burada sizin asil duruşunuza yakışmış ama, o kadar ters durmuyor, sizle ilgisi yok gibi çünkü.

Ama elinize almış olsanız, taşıyor olsanız işin rengi değişebilirdi.

Kavuncu ortada yok… Belki, “beyamca bi dursana şurda gözünü seveyim, su içip geleyim çeşmeden,” dedi, onu bekliyosunuz. Belki kavunu seçip aldınız, yani o seçti, patpat’layarak, önünde durduğunuz eve çıkardı, evdekiler aldı, siz tezgahı, el arabasını yani bekliyosunuz o gelesiye.

Sizde öyle bir hal var ki, kavunu olduğu kadar Subiyayı da biliyosunuz, eski İzmir içeceği, Musevi ustaların yaptığı… Bir gün Kemeraltı girişinde, ama, o eski beyaz giysili unutulmaz subiya satıcısı gibi değil, pet şişelere doldurup arasına buz kalıbı yerleştirdiği el arabasında subiya sattığını söyleyen, sattığını subiya sanan Afyonlu adamdan bi şişe alıp iki yudum içtim, baktım ayran, bu subiya değil, diye dehşet içinde söylendim, kaptı elimden iki yudum da olsa içilmiş ayranı, kapadı ağzını, “pardon yenge, ayranlar da burda da, karıştırdım,” dedi, almadım da içmedim de subiya dediğini, o ayranı da at çabuk dedim, ödemiştim, ama, attığını sanmam.

Şimdi ara ki bulasın hem subiyayı hem eski güzel İzmir’i…

Siz misal bey’fendilerin de aranmakla bulunmayacağı gibi…

SONSÖZ

Şimdi anladım; siz uzak taşranın şık beyefendisisiniz, nereden mi anladım, fotoğrafçıya içten gülüşünüzden. Benden de saygılar efendim, benden de saygılar.