ÖMER CEYLAN- Hayat, bazen insanı kendi akışından koparıp bambaşka bir rotaya sürükler. Ankara’da 1982’de doğan Cihan Abdal’ın hikayesi de tam olarak böyle bir yolculuk. Çocukluk yıllarında hayal gücünü oyunlarla besleyen, gençlik yıllarında ise üniversiteye geç başlamış ve yıllarca okula gitmemiş bir isim. 2011’de gördüğü bir rüyanın ardından yazmaya başlayan Cihan, edebiyatın büyülü dünyasında kendi varoluş sancılarına çare aramış. Sinemada ise kısa filmin şiirsel anlatısında kendini bulan Cihan Abdal, pandemide kurduğu KISAFT ekibiyle birlikte hem kendi hikayesini hem de başkalarının hikayelerini beyazperdeye taşımaya başlamış. TRT’de başlayan profesyonel yolculuğu, kısa filmden uzun metraja uzanan hayalleri ve Zeki Demirkubuz’la çalışmanın perde arkasını kendi ağzından dinliyoruz.
• Çocukluğunuzdan beri hayal gücünüzün güçlü olduğunu söylüyorsunuz. Bugünlerde hayal gücünüzü en çok ne besliyor?
Hayal gücü, bilincin sınırlarından bağımsız bir dünya, tam olarak neyin beslediğini söyleyemem. Yine de etkileyici bir kitap, tiyatro oyunu, sinema filmi, resim, heykel ya da bakılası bir yüz hayal gücünü tetikler. İlkel benliğimi hatırlamak için senede birkaç kez tek başıma kamp yapıyorum, orada doğa estetiğine vakıf oluyorum ki en görülesi besin kaynağı da doğa olsa gerek. Bir de fanusumdan çıkabilmek adına arada uzun tren yolculukları yapıyorum, başka mekanları ve yaşamları keşfediyorum. Yolculuklar da hayal gücümü besliyor.
• 2011’de gördüğünüz rüya, ilk romanınızı yazmanıza sebep olmuş. O rüyayı ve sizde bıraktığı izi anlatır mısınız?
O rüyayı görmeden önce, online oyun bağımlısıydım, hayallerimi gerçekleştirebilecek enerjim ve cesaretim yoktu, yolumu kaybetmiş hissediyordum. Rüyamda, arkadaşlarımla birlikte güneyde, eskiden hoşlandığım bir kız arkadaşımın da yaşadığı bir tatil köyünde pansiyon işletiyorduk, kız arkadaşım o köyde zulme maruz kalmıştı, ben hem onu hem de etrafımdakileri kurtaran bir kahramandım. Uyandıktan sonra yazmaya başladım, günde onlarca sayfa yazıyordum. Romanın ana karakteri bendim, edebi süslemeleri dışında tam bir ego tatminiydi. Gerçek hayatta yapamadığım her şeyi oradaki Cihan’ın yapabiliyor olması, edebiyatın büyülü dünyasına girmemi sağladı. Tabii ki kötü bir eser olsa da hayatımdaki sisleri dağıtan, varoluş sancımı dindiren yazın dünyasını keşfediş süreci oldu.
• Kısa film kültürüne geçişinizde sizi en çok şaşırtan ne oldu?
Çocukluğumdan beri şiire sevdalıydım. İlk izlediğim kısa filmden sonra bu kültürün, şiirin görsel ve duyusal biçime dönüşmüş hali olduğunu keşfettim. Kendim de şiir yazdığım için kısa filme geçişim kolay oldu. Pandemide kurduğum KISAFT’ta her hafta üç kısa film izliyor ve yorumluyorduk, bu üç filmi bulabilmek için haftada en az on beş film izliyordum ve bu sürecin beş yıldır devam ettiğini düşünürsek yaklaşık beş-altı bin kısa film izlemişim. Sorunuzun cevabına gelecek olursak beni en çok şaşırtan; dünyada kısa filmin bir durum ya da duyguyu metaforla aktaran şiirsel anlatısının aksine ülkemizde karakter hikayesi ve dönüşümü barındıran, uzun metrajlıdan bozma kısaltılmış film olarak ön plana çıkması oldu. Keza uzun metraj geleneğinden gelen festival jürilerinin kısaltılmış filmi ön plana çıkararak ülkemizdeki kısa film yönetmenlerini yok saymaları ve bazı yönetmenlerin uzun metrajlıya geçmeden önce kısaltılmış filmleri atlama tahtası olarak görmesi de kısa film kültürüne zarar veriyor diye düşünüyorum.
• Kısa filmde anlatmak isteyip de sürenin el vermediği bir hikayeniz oldu mu?
Metnin kendi çizgisi, türünü belirliyor. Eğer edebi metinlerin bütün duyulara ulaşabilen yazınsal anlatı biçimi sizi çekiyorsa bu yoldan gidebilirsiniz. Bunu iki duyuya indirgeyip iki veya üç boyuta çıkarmak isterseniz, metnin yapısı sizi kısa film, dizi veya uzun metrajlı senaryoya itecektir. Yani kısa filmde anlatmak isteyip de sürenin el vermediği bir hikaye olamaz. Hikaye, metnin türü ve anlatı biçimine göre kısa, orta veya uzun metrajlı olur. Aslında roman ve şiir arasındaki fark kelime sayısı olmadığı gibi kısa film-uzun metrajlı arasındaki fark da süreden ziyade tür ve anlatı biçiminden geliyor.
• Zaman kavramı sizin için neden bu kadar önemli?
Çocukluğumdan beri hayat deneyimlerimin çoğu, toplumun “normal” olarak gördüğü zamanlarda gerçekleşmedi. Bu normalleri kulak ardı etmeye çalışsam da toplumun bir parçası olarak, ister istemez bu zamansal faşizmden olumsuz etkilendim. Her şeyi geç yaşadığım endişesine yaşlanma kaygıları da eklenince zaman kavramı benim için önemli bir mevhum haline geldi. Kişisel zamanım dolduğunda ne olacağına dair körleme inançlarım olmadığından, üretmeye yönelik bir yaşamın getirisi olarak içimde, “Newton beşiği durmadan, anlatmak istediğim hikayelerin ne kadarını anlatabileceğim” sorgusu da zaman kavramının değerini arttırdı.
KISAFT’ın varoluş sancısına merhem, yoklukları dolduran bir varlık
• KISAFT’ı pandemi döneminde kurdunuz. İzole bir dönemde topluluk olmayı nasıl başardınız?
Pandemide çok aşık olduğum sevgilimi kaybettim. TRT sayesinde dışarı çıkabilsem de sokaklarda insanların ve varoluş sancımı güdebileceğim bir alanın yokluğu KISAFT’ın kurulmasına alan sağladı. Her hafta aynı gün ve saatte yaptım, iki kişi olsa bile etkinliği devam ettirdim, tatillerimi cumadan çarşambaya ayarlayarak perşembe günlerimi sadece KISAFT’a ayırdım. Küçük bir arkadaş grubu kuruldu ve zamanla topluluğun temelleri atıldı. KISAFT hiçbir zaman statik bir etkinlik olmadı, sürekli gelişti. İlk sene kısa film izleyip yorumladık ve birkaç yönetmenle söyleşi yaptık. Sonraki yıllarda buna kısa film denemeleri katıldı. Zamanla çekimler profesyonelleşmeye başladı. Kamp, doğum günü ve piknik gibi sosyal etkinlikler eklendi. Kısa film bütçelerini ve çekim malzemelerinin kiralarını karşılamak için radikal bir değişiklikle etkinlikleri ücretli hale getirdik. Geçen sene dernekleştik ve aylık verilen aidatlarla çekim malzemeleri alarak kiralama derdinden kurtulmaya başladık. Geriye dönüp baktığımda kaybedilen bir sevgilinin ardından kurduğum topluluğa gelenlerin çoğunun yalnızken ve kaybetmişken gelmeleri de KISAFT’ın varoluş sancısına merhem, yoklukları dolduran bir varlık olduğunu söyleyebiliriz.
• Uzun metrajlı senaryolarınızın bütçe ve siyaset engeline takılması sizi nasıl etkiledi?
Beş yıl kadar uzun metrajlı film yazmaya çalıştım, yazmaya bir gün ara verdiğinizde daha önce yazdığınız onlarca sayfayı tekrar tekrar okumak, ulaşmak istediğin noktayı ararken aynı yerlerden geçmek gibiydi, benim için çok güçtü. 1978 yılında ülkemizde yaşanan Maraş katliamı üzerine yazdığım senaryo hem çekim bütçesi hem de siyasi ortam sebebiyle çekilebilecek bir senaryo değildi. Bunu fark ettikten sonra yaşamın da getirdikleriyle hem senaryoyu öğrendiğim Gürsel Korat’tan hem de uzun metrajlıdan uzaklaştım. Her sanatçının yapması gerektiği gibi kaynaktan uzaklaşmak, benim kendi yolumu çizmemi sağladı. Kısa film kültürünü keşfetmek şu anda olduğum kişiye dönüşmemi sağlayan en önemli adım oldu. Şimdiki zamanı kötü etkileyen bazı durumların gelecek zamana olumlu etkiler bıraktığını söyleyebiliriz.
• TRT’de çalışma nasıldı? Size katkısı oldu mu?
Yaşam deneyimlerimin toplumsal zaman normlarına uymadığını söylemiştim. TRT’ye girdiğimde 6-7 aylık iş deneyimi olan, 32 yaşında taze bir memurdum. İlk zamanlar senaryo bilgim dolayısıyla drama bölümünde çalıştım fakat oradaki bir anti kahraman sebebiyle çalışma hayatım beklediğim gibi başlamadı. Yerim değişip web sitesi editörlüğüne geçince rahatladım. İşin gereği olarak kurgu öğrenmeye başladım, EURO 2016’da kurgu ekibinde çalışarak kendimi bu konuda kanıtladım. İlk filmim Yolcu’nun kurgusunu kendim yapmış olmam sinema biriminde çalışmaya başlamamın ilk adımı oldu. 2020’de yasaklar henüz kalkmış fakat hastalık tüm hızıyla devam ederken TRT’de Zeki Demirkubuz’un “Hayat” filmi için iş ilanı açıldı, sinema tutkum hastalık korkusuna baskın geldi ve TRT Ortak yapımı olan bu filme DIT olarak kabul edildim. İlerleyen yıllarda Belkıs Bayrak’ın “Gülizar” ve Ensar Altay’ın “Kanto” filmlerinde Kurgucu olarak çalıştım. TRT’nin hem kurgu konusunda kendimi geliştirmemde hem de sinema profesyonelleriyle tanışmamda yardımı oldu.
“Zamangâh”ı sevse de “Creator” benim göz bebeğim
• Gözbebeğim dediğiniz eseriniz hangisi, neden?
Ekiptekiler ve izleyicilerin çoğu “Helezon” serisini, bir kısmı da “Zamangâh”ı sevse de “Creator” benim göz bebeğim. Creator, pandemiden önce çekmeyi planladığım 18-20 dakikalık bir kısa filmdi. Üç boyutlu hikayesiyle, üçüncü boyutu sadece anlayabilenlerin çözebildikleri ve çözdüklerinde derin bir etkilenme yaşadıkları sanatsal estetiği güçlü bir senaryoydu. Cahil cesaretiyle bu işe girişecekken pandemi başladı ve storyboardını tamamlasam da çekimlere başlayamadım. ‘Cahil cesareti’ diyorum çünkü ne yönetmenlik bilgim yeterliydi ne de ekibim vardı. Keza senaryo da bir kısa filme göre yüksek bütçe ve kalabalık ekip gerektirecek zor bir senaryoydu. Creator şu anda diğer fikir ve senaryolarımda olduğu gibi yaşayacağı anı bekliyor. Creator ortaya çıktığında sanatıma dört-beş adım attıracak bir senaryo olduğunu düşünüyorum.
• Bir hikayeyi kısa filme dönüştürürken ilk adımınız ne oluyor?
Senaryolarımı rüyalarımda gördüğümü söylemiştim. Rüyanın heyecanıyla gece yatakta oturur vaziyete geçip yazmaya başlıyorum. Genelde sinopsis yazmadan direk sahne sahne senaryo yazıyorum. Demlendikten sonra zekasına ve sanatsal yoğunluğuna güvendiğim insanlara okutup onlarla istişare yaparak son halini veriyorum. Çekim enerjisine sahip olduğumda mekanları buluyorum. Storyboard’ını yaptırarak kelimeleri görmeye başlıyorum. Tablolardan aldığım benzeşik imgelerle içine estetik baharatını katıyorum. Çekim ve kurgu sürecinin ardından filme dönüşüyor.
• Bir yönetmen olarak, “asla yapmam” dediğiniz bir şey var mı?
Hayatta “Asla yapmam” dediğim çoğu şeyi yapmak zorunda kaldığım için aslalarım yok. İnsan yönetiminde iyi olduğumu söyleyebilirim. Ekibimi, iyi anlaştığım yetenekli insanlardan seçiyorum ki bu insanlar; birlikte kamplara gittiğim, sosyal çevremde önemli konumda olan kişiler. Sette gergin olmayı sevmiyorum, tamamen gönüllü olarak gıkını çıkartmadan çileli setleri çeken insanlara kızmaktan ya da kibirli görünmekten nefret ediyorum fakat bazen yönetmenlik gereği bunlar yaşanabiliyor. Helezon Akışkan filmini 2021 yılında çekmeyi denemiş, teknik ve estetik yetersizlikler sebebiyle kurgulamamayı tercih etmiştim. Daha önce çekemediği bir senaryoya tekrar girişmek bir yönetmenin en büyük kabusu. Bu sefer olacak mı, neler ters gidecek, nasıl toparlayacağız, çocuk oyuncu derdi derken gerginlik seviyesi artıyor. Geçen sene Helezon Akışkan’ı çekerken hem hava durumu hem de bu dertler sebebiyle normalde olduğumdan çok daha gergin bir set geçirdim. Çekimlerden sonra birkaç kişiden özür dilemek zorunda kaldım. Neyseki içimi ve yönetmenliğin ne derece zor bir iş olduğunu biliyorlar da kimseyi küstürmedik.
• Uzun metraj hayaliniz hâlâ canlı mı? İlk fırsatta çekeceğiniz hikaye ne olurdu?
Uzun metraj şu an benim için çok uzak bir hikaye. Ekibimizdekilerin çoğu uzun metrajlı filmin büyüsüne ve şaşaasına kapılsa da ben şimdilik orada değilim. Helezon serisini ve Creator’u bitirmeden uzun metraja geçeceğimi düşünmüyorum. Öncesinde yazdığım senaryolara şimdi baktığımda milyonlarca para harcasam bile iyi iş çıkacağını düşünmüyorum. Bir gün yeni bir senaryo yazarsam ve bu uzun metrajlı türüne uygun olursa, tabii gerçekten iyi bir senaryo olması halinde uzun metraja girmeyi düşünebilirim.
• Son olarak Zeki Demirkubuz ile çalışmak nasıldı anlatır mısınız?
Hayat filmine gitmeden önce Zeki Demirkubuz’un bütün filmlerini izlemiştim ve kendisine filmlerinden ötürü bir sempatim vardı. Çekim öncesinde ekip katılmadan dört beş kişilik bir masada hasbihal ettik, o gece daha da çok sevdim. Set günü başladığındaysa bu görüşüm karmaşık bir hal aldı. Bir taraftan yönetmenliğin verdiği zorlukları anlasam da sağa sola küfür eden, saldırgan bir adamın varlığına alışmak zor oldu. TRT çalışanı olduğumuz için görüntü ekibine yaptığı psikolojik baskıyı espri kisvesi altında gizliyordu. Keza bana karşı arada kibir yaptığı zamanları saymazsak saygısızlıkta bulunmadı. Birkaç hikayeyle onu özetleyebilirim. Güzel bir sahne çektik, “Hocam arabanın geçişi, ışık yansımaları çok estetik” dedim, “Tabii ki! Yönetmen benim ya o sebepten! İstersem arabaya takla attırırım, attırayım mı?” dedi. “Gerek yok hocam, teşekkürler” dedim. Bir de filmin sonuna doğru önce babanın sonra kızın ormanın içinde tarlanın yanında yürüdüğü bir sahne var. Mekana gittiğimizde hoca bir ilham bekliyordu, senaryoda o sahne yoktu. Ben set arasından faydalanıp içerilerde gezerken ışık huzmelerinin yansıdığı bir alan buldum ve heyecanla Zeki hocaya gösterdim. Çok beğendi, hemen ekibi çağırdı, arada dönüp göz kırpmalar, filmde bu sahnenin altına “Cihan planı yazacağım” esprilerinin ardından çekim bitince “Senin aklındaki böyle bir şey değildi, bunu ben buldum” dedi. Onunla ilgili “Kendi ağında hem örümcek hem sinek, kendi kendini yiyecek” şeklinde bir aforizma yazmıştım. Bu sözün yeterince şeyi açıkladığını düşünüyorum.