Yazan/ Prof. Dr. Ahmet Talimciler (İzmir Bakırçay Üniversitesi Sosyoloji Bölümü)

‘Bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim’ diyordu Rakel Dink, biricik aşkını son yolculuğuna uğurlarken. Bir kısmımız bu sözlerin ne kadar anlamlı olduğunu düşünürken, başka bir kısmımız ise söze değil doğrudan söyleyenin kimliğine bakıyordu.

Son dönemde giderek artan ayrışma ve kullanılan nefret dili sonrasında acılarını bile ortaklaşa yaşayamayan bir ülkeden söz etmemiz gerekiyor. Söylendiği gibi herkesin birbirinin acısı ile hemhal olduğu bir ülke değiliz ve giderek de hassasiyetlerimizi kaybediyoruz. Şiddet sarmalı içerisinde her an boğuluyoruz ve barışçıl bir toplumu hayata geçirebilecek bir güce de sahip değiliz.

Bizdeki anlayış, şiddetin şiddetle ezilmesi ve şiddetin baskıyla ortadan kaldırılabileceği düşüncesi üzerinde temellenmiştir ve öyle devam etmektedir. Şiddetin, başta şiddet dili kullanılarak ve çıkarılacak olan yasal düzenlemeler ile ortadan kalkmayacağı, tam tersine toplumsal hayatın içerisindeki şiddetin görünürlüğünü ve şiddetin normalleştirilmesini hızlandırdığını geçmiş deneyimlerimiz fazlasıyla göstermiştir. Aslında tüm bu yaşananlar toplumsal hayatın her alanının şiddet ürettiği ve şiddetin normalleştirildiği bir ülkenin kendi kendisiyle imtihanıdır. Gördüklerimiz, işittiklerimiz buzdağının sadece üstünde yer alan kısmının yansımalarıdır. Durum göründüğünden çok daha vahimdir ve çok daha fazla üzerinde çalışılmayı hak etmektedir. Kendisi gibi olmayan, düşünmeyen, inanmayan insanlara karşı hoşgörülü olduğunu söylediğimiz ancak bırakın bütün bu farklılıkları, kendi benzerleriyle bile sağlıklı bir ilişki kuramayan bir yapı ile karşı karşıyayız. Evde, sokakta, okulda, kışlada, trafikte, spor sahalarında kısaca hayatımızın her yanında şiddete maruz kalıyoruz ve yaşadıklarımız hayatlarımızın herhangi bir anında bize tekrar geri dönüyor. Bazılarımız olan biteni ufak tefek yara berelerle, duygusal travmalarla atlatıyor, bir kısmımız ise ne yazık ki şiddetin kurbanı olarak yaşamlarını kaybediyorlar. İnsan hayatının son derece ucuz olduğu ve yaşam ile ölüm arasındaki çizginin ‘kim vurduya giderek belirlendiği’ bir ülkede işimiz her defasında Allah'a havale ediliyor.

Hiç uğruna ölenler

Bu ülkenin çocukları, gençleri, işçileri, askerleri, kadınları bir hiç uğruna ölüyorlar ve ölümler üzerinden her defasında biraz daha fazla ayrışıyoruz. Acının yürekleri kor gibi yakan, burnumuzun direğini sızlatan, göz pınarlarımızı boşaltan etkisi bile siyasal çekişmelere yenik düşüyor.

İnsanın değerinin olmadığı yerde ölümün, ölümlerin de değeri düşük hale dönüşür. Ülke olarak sorumsuzluk sarmalı içerisine gömüldükçe ölümlerimizi de normalleştirmek suretiyle ucuzlatıyoruz. Toplumsal belleğimiz unutma ve rahatlama ile huzur buluyor. Hızla unutuyoruz ve unuttuğumuz hızla birlikte yeniden unutacağımız ölümlerle karşılaşıyoruz. Her yeni kazanın ardından aynı cümleleri bir araya getirmeyi sürdürüyoruz. Aynı görüntüler, aynı sahneler ne acıdır ki aynı ölümler! Her kazanın arkasından olay yerini incelemeye gelenler ve onlar için alınan ama ölenlere çok görülen güvenlik önlemleri ekranlardan hayatlarımıza sirayet ediyor. Bir yanılsama içerisinde yaşayıp gidiyoruz; “Her şey bizim için planlanmıştı, bizim mutluluğumuz, güvenliğimiz, geleceğimiz, hayatımız önemliydi” diyebilmeliydik. Vicdanlarımızı kişisel ihtiras ve çıkarlarımızın önüne geçirmekten alı koyabilmeliydik oysa bütün bunları yapmaktan çok ama çok uzağız. Kendi içimizde öylesine büyük fırtınalar yaşıyoruz ki dünyanın sadece bizim etrafımızda döndüğü algısını hemen kabullenip nerede bulunduğumuz unutuveriyoruz. Yaşadığımız her büyük acının arkasından benzer görüntüler ile sarsılmaya ve olan bitenleri kısa bir süre sonra unutmaya devam ediyoruz. Hayatın değeri olmadığı bir ülkede yaşamak ve her defasında aynı sözleri tekrarlamaktan usanmamak herhalde bize özgü bir durum olsa gerek.

Anahtar sözcük: Kader

Yapılan eylemi yerine getireni belirsiz hale getirmek yani sorumluluğu ortadan kaldırmak konusunda son derece yetenekliyiz. Anahtar sözcüklerimizin başında Kader geliyor ve onu kullanmak suretiyle üzerimize düşenleri yerine getirmediğimizi, bir başka ifadeyle kendi acziyetimizi dile getirmiş oluruz.

Sorumluluk almak cesaret ister, bedel ödemeyi gerektirir ve hesap vermeyi beraberinde getirir. Kültürel yapımızın kendini ifade etmekten kaçınan, kalabalığın arasında cesaret toplayan kişiler yetiştirmesi hiç de tesadüf değildir. Eşit güçlerin mücadelesinin yaşanmadığı bir coğrafyada yetişenler için kendini ispat etmenin yolu eşitsizliği alabildiğince sürdürmektir. Baskın basanındır ifadesi tam da bu ruh halinin yansımasıdır. Kader ile sorumluluk arasındaki ilişkide kader ağır bastıkça ülkemizde analar ağlamaya devam edeceklerdir. Bu ülkenin kaderi ve geleceği, ülke insanlarının demokrasi ve hesap verilebilirlik düşüncesi ile olan ilişkisine bağlıdır. Demokrasiyi ve katılımı hayatının her alanına yayamadığımız sürece sorumsuz sorumlular hayatlarımızı karartmaya, analarımızı ağlatmaya devam edeceklerdir.

Kötü yönetimler şiddeti besler

Kötü yönetimler şiddetin daha fazla serpilip büyümesine ve toplumsal hayat içerisinde daha fazla kök salmasına katkıda bulundular. Yaşanan gelişmeleri önleyecek tedbirleri almayarak, adalet duygusunu zedeleyerek, insanları ayrıştırarak, sadece belirli bir etnik, dinsel ya da politik görüşe sahip olduğu için onları baskı altında tutarak şiddeti beslediler. Her fırsatta daha fazla demokrasi söyleminde bulunurlar ancak gücü ellerine geçirdiklerinde anti demokratik yapıların sürmesine katkı verirler. Anti demokratik yapılar şiddeti bastırma temelinde hareket ederler, şiddeti temelinde gereksiz hale getirme gibi bir anlayışları söz konusu değildir. Herkesin kendisinin haklı olduğunu ve adaletin sadece onun için geçerli olduğuna inandığı bir ülkede şiddetin kol gezmesi kaçınılmazdır. Eyyamcı zihniyet kalıpları şiddeti beslemenin yanı sıra ayrışmayı ve kutuplaşmayı da hızlandırırlar. Birilerinin söyledikleri sürekli olarak bir başka grup tarafından farklı bir biçimde anlaşılıyor ve toplumsal anlamda kutuplaşma gün geçtikçe daha fazla hissediliyor. Hiç kimsenin sorumlu olmadığı, sorumsuz sorumlular ülkesinin insanları da yaşananların her defasında bize özgü olduğunu söylemek suretiyle ‘normalleştiriyorlar’.

Ölümü kutsa-yaşamı değersizleştir

Gündelik hayatı yaşanmaz hale getiren ya da aşırı stres yükleyen şeylerden bir tanesi kuralların belirsizliği ya da değişkenliğidir. Kuralların belirsizliği değerlerin de belirsizleştirilmesine yol açar. Böylesi zamanlarda en sıradan davranış bile karmaşıklaşır, sade vatandaş adeta paranoyak bir hale dönüşür. Değişken kurallara boyun eğme mecburiyeti stresi patlama noktasına taşımak suretiyle, kişileri herhangi bir kurala karşı duyarsız hale getirir ve gerçek kurallara karşı bile bir itiraz hali oluşur. Kurallar güç sahibi olmadan da hak sahibi olmak içindir ve bu yüzden de tüm toplumlar için adalet olmazsa olmaz kavramlardan bir tanesidir. Herkesin aynı kurallara tabi olduğu ve dili, dini, etnik kökeni ya da sınıfsal pozisyonu nedeniyle farklı bir muameleye maruz kalmadığı ülkeler, yaşanabilir standartların var olduğu yerlerdir. İnsan canının pamuk ipliğine bağlı olduğu, ölümlerin kutsandığı ülkelerde hayatın bir kıymeti harbiyesi yoktur. Yaşamanın ve yaşatmanın önemi yerini büyük büyük cümlelerle yüceltilen değerlere bırakır. En çırılçıplak gerçek olan ölüm bile siyaset sahnesince kullanılır oysa ki daha yaşayacağı, göreceği, güleceği, ağlayacağı kısacası hayata dair yaşayacağı çok şey olan kişi artık yoktur ve bir daha olmayacaktır. Unutulmamalıdır ki ideal sevgi ve mutluluk değerleri ötekiler olmadan, kendi başına gerçekleştirilemez.