Doğan Göçmen

Bir insanlık dramı ve travmasına dönüşen pandemi, insanlığın tüm iç ve dış ilişkilerini bir bütün olarak gözden geçirmeyi gerekli ve zorunlu kılmıştır. Bu hesaplaşma, hiçbir şeyin olduğu gibi kalmaması gerektiği sonucuna vardırmıştır. Fakat bugüne kadar koşulları iyileştirebilecek ilkesel hiçbir değişiklik yapılmamıştır.

Eğitim ve öğretim kurumunun içeriği ve durumuna dair eleştiri, eğitimin uzaktan olması nedeniyle ertelenmiştir. Hatta ülkemizde sürenin uluslararası normalin çok üstünde uzaması, hiçbir şekilde arzulanmayan eski durumun özlenmesine dahi neden olmuştur denebilir. Yukarıda aktardığım babanın sözleri buna işaret ediyor. Türkiye, OECD ülkeleri arasında Meksika’dan sonra okulları en uzun süre kapalı tutan ülkedir. Pandemiye karşı mücadele süreçleri daha iyi ve sıkı örgütlenebilmiş ve idare edilebilmiş olsaydı, okullarımız çok daha önce açılmış olabilirdi. Yüz yüze eğitimin nihayet başlıyor olması, eğitim ve öğretimin amacının, durumunun ve içeriğinin yeniden gözden geçirilmesini her şeye rağmen zorunlu kılmıştır.

Duruma kısa bakış

Nihayet 18 milyon öğrenci ve 1 milyon öğretmen, herkesin neşeyle dolduğu, fakat herkesin herkese şüpheyle baktığı ve bu nedenle buruk bir sevinç hissettiği bir ortamda eğitim ve öğretim yılına başlamış bulunuyor. Öğrencilerimizin kimisi okul ile ilk defa karşılaşıyor. Okul ile ilk defa karşılaşanların bazıları okula yeni başlıyor bazıları ise uzaktan eğitim cenderesinden kurtulup okulu nihayet ‘canlı kanlı’ yaşamaya başlıyor. Bazıları ise belli bir aradan sonra okullarına ve öğretmenlerine yeniden kavuşuyor. İzmir’de 2020 yılında 70 bin öğrenci lisede okumak için başvururken, bu sayı bu yıl nerdeyse 1/3 gerileyerek 50 bine düşmüş bulunuyor. Bu, kuşkusuz pandeminin bir sonucudur. Pandemi toplumda yoksulluk-zenginlik makasını tahminlerin çok üzerine açarak katlanmaz hale getirdi. Kendi öğrencilerimden de bildiğim üzere birçokları pratik olarak öğrenimini bırakıp çalışmak zorunda kalmıştır. Öyle görünüyor ki bir ay sonra üniversitelerimiz de açılacak ve Türkiye’de 1 milyon (İzmir’de takriben 150 bin) öğrenci üniversite yaşamına ya geri dönecek veya üniversite ile ilk defa karşılaşacak.

Ne demek öğrenci olmak? Öğretmen olmak ne anlama geliyor? Eğitmek neden gerekli? Öğretmek nedir? Günlük hayatımızın curcunasında kolayca aklımızdan çıkabilecek, fakat kesinlikle unutulmaması gereken temelde olan sorular. Filozoflar, özellikle Rousseau, Kant ve Hegel eğitim konusunda ne demiştir? Bunlara bakarak, eğitim ve öğretimin ne olduğunu hatırlatmak, pandemi sürecini de, eğitim ve öğretim üzerindeki etkisi bakımından değerlendirmek istiyorum.

Kant: İnsan kültive edilmeli

Kant’a göre eğitim (ve öğretim) bakmayı ve yetiştirmeyi içermektedir. Bu, negatif ve pozitif anlamda alınabilir. Bakma ve yetiştirme yalnızca negatif anlamda alınırsa, bu yalnızca disipline etmeye götürür. Disipline etmek en fazla hatalardan korur. Fakat insanın kendisini geliştirmesi ve gerçekleştirmesi için yeterli değildir. Kant’ın işaret ettiği bu ehven-i şerci yaklaşım, bugün dünyada yaygın olarak kullanılan eğitim ve öğretim yöntemidir. Bu yaklaşım öğretmenliği basit bir bilgi aktarma, bilgilendirme mesleği olarak görmektedir. Kant, bundan farklı olarak öğretmeni pozitif anlamda bir “lider” olarak tanımlar. Yalnızca bilgilendiren okul için eğitendir. Fakat lider olarak eğiten, öğretir ve yönlendirici ahlakını aşılar. Bu eğitim kültüre aittir ve insanı yalnızca okul için değil, aynı zamanda “yaşam” için eğitir. Kant buna insanın “kültive edilmesi” diyor.

Bugün eğitim sistemimize ilişkin en çok eleştirilen yan, tam da kendisini akademik etkinliklerle sınırlıyor olmasındadır. Fakat eğitmenler, okulların öğrencilerin kendilerini gerçekleştirdikleri mekânlar olarak tasarlanması gerektiğine işaret etmektedir. Öğrenciler okul veya üniversite denilen mekânda, ebeveynlerden uzaklaşarak, kendi akranlarıyla aynı ortamda sosyalleşme şansını elde etmektedir. Bu onlara fiziksel olarak faal olma ve gelecek yaşamlarını derinden etkileyecek toplumsal yaşamı deneyimle olanağı da sunmaktadır.

Hegel: İnsan eğitim dolayısıyla ikinci kez doğar

Eğitim insanın doğasına doğrudan müdahale ettiği tek alandır. Hegel’in tabiriyle eğitim ve öğretim dolayısıyla insan doğallığının üzerine çıkarılır ve bu amaçla bir nevi ‘yeniden yapılır’. Bu bakımdan Hegel eğitimi çocuğun yeniden doğumu olarak tanımlamaktadır. Birinci doğum çocuğun dünyaya gelmesiyle, doğal doğumun olmasıyla gerçekleşir. Fakat evlilik, sadece biyolojik üreme amaçlı bir kurum değildir, aynı zamanda kendisinde ahlaklılığın gerçekleşmesi fikrini de barındırır. Bu fikir çocuğun eğitimiyle gerçekleşmiş olur. Eğitim dolayısıyla çocuklar kendi başına düşünen ve davranan kişiler olurlar. Kişinin tikelliği onun kendisine has gereksinimleri olmasında ifadesini bulur. Gereksinimlerin giderilmesi toplumsal ilişkiler bağlamına yerleştirilmiştir. Bu bakımdan gereksinimlerin giderilmesi için gerekli araçların da herkesin emeği dolayısıyla “sürekli yeniden üretilmesi” gerekmektedir. Hegel, burada söz konusu olan modern toplumda ortak üretici olma niteliğini “genel yetenek” olarak tanımlıyor.

Hegelci Hannah Arendt eleştirisi

Hegel’in eğitim dolayısıyla ikinci doğum kavrayışı, Arendt’in “natalite” kavramını hatırlatabilir. Fakat iki kavrayış birbirinden tamamıyla farklıdır. Arendt, natalite kavramıyla adını koymadan Descartes’ın cogito ilkesini eleştirir. Descartes’a göre, her insan toplumun dayattığı tüm yanlış bilgilerden ve önyargılardan kurtulmak için ömründe en az bir defa tüm bilgilerinden şüphe etmelidir ve onları gerçek olup olmadıkları bakımından eleştirmelidir. Böylece insan tüm yaşamını bilinçli ve özbilinçli bir şekilde yeniden kurar. Descartes’ın önerdiği zihnin bu şekilde bizzat öznenin kendisi tarafından yeniden yapılandırılması, Hegel’in ikinci doğum dediği duruma denk gelmektedir.

Fakat Arendt’in natalite kavramı tamamıyla doğal olan doğumdur yani bilinç ile öznenin kendisini yeniden yaratışını dışlamaktadır. Hegel, emek ve gereksinim kavramlarını toplumsal bağlama taşır ve onları toplumsal ilişkiler olarak kavrar. Eğitim bu toplumsal ilişkiler bütünlüğünü kurmalıdır ve hâlihazırda Kant’ın dikkat çektiği gibi bu bağlamda oluşan farklı erekleri iyilik kavramı çerçevesinde birbiriyle uyumlu kılmalıdır. Eğitim insana yalnızca erek koyma ve gerçekleştirmeyi öğretmemelidir, ereklerin aynı zamanda nasıl herkesin iyiliğine olabileceğini de göstermelidir. Kant’a göre ereklerin uyumluluğu toplumsal bütünlüğü de sağlar. Hegel, Adam Smith’ten devraldığı emek kavramını üretim kavramıyla ilişkilendirmekle doğa-toplum bütünlüğünü yakalar. Eğitim bu bütünlüğün görülmesi ve kurulmasına hizmet etmektedir.

Buna karşın Arendt, Antiklerin henüz çok ilkel olan doğa ve kültür ayrımını, eş deyişle doğa-kültür ikilemini iş, emek ve eylem kavramlarını birbirinden kopararak yeniden yaratır. Arendt’e göre, iş (labor) ilkesel olarak doğaldır. Buna karşın emek (work) kültür ile ilişkilidir ve eylem (action) politika kavramına denk gelmektedir. Tüm bu kavramlar veya daha doğrusu etkinlik türleri nataliteye yani doğal doğuma gönderme yapar. Arendt’in Antiklerden esinlenerek kurguladığı doğa-toplum ikircikli iki katlı dünyasında toplumsallık olmadığı gibi bütünlük de doğal yani spontane “çokluk”ta (plurality) kaybolur. Arendt, natalite kavramı üzerinden en fazla yeniden doğal doğumu yakalar. Bu nedenle toplumun özellikle eğitim kurumları dolayısıyla hazırladığı yeniden üretim etkinliğini de kavrayamaz. Bu durumda eğitim zaten kendiliğinden oluşan çokluğu yeniden üretmekten öteye gidemez.

Hegelci Nietzsche eleştirisi

Hegel, eğitimi her bir insanın kendi tikelliğinde insanlığa, insanlığın bireyi olmaya eğitimi olarak kavrar. Her çocuk kendine hastır. Eş deyişle çocuk henüz kendi türüne yabancıdır. Bu bakımdan çocuk kitle karşısında Nietzsche’nin “üstün insan” kavrayışına denk gelir. Nietzsche’ye göre “üstün insan” kitleyle mesafesini yani topluma yabancılığını muhafaza etmelidir. Böylece insan toplumsallaşarak değil, topluma yabancılaşarak farklı bir insan bireyi olmaya çalışır. Buna karşın Hegel’e göre, “okul ile birlikte” çocuğun yaşamında “genel düzene göre bir yaşam başlar”. Okul onun doğal ruhunu, insanlığa yabancılıklarını yıkarak insanlığın genel tinine göre yeniden düzenler ve böylece onu insanlığın bir bireyi yapar. Eğitim dolayısıyla çocuk, “genel olanın bilinmesine ve istenmesine, varolan genel kültürün devralınmasına götürülür.” Çocuklarda “ruhun bu şekilde yeniden şekillendirilmesi – yalnızca buna eğitim denir.”

Eğitim dolayısıyla ruhun yeniden şekillendirilmesi, çocukta doğal olarak oluşan kendine haslığı alır ve yerine karakterde kendine haslığı inşa eder. Belki de bu nedenle, kreş kurumunun ilk kurucusu Robert Owen, Hegel’in de örnek aldığı Fransız Aydınlanmacılarını örnek alarak eğitim için “karakter oluşturma” kurumu demiştir. Bu bakımdan eğitim kurumu tüm olanaklarıyla çocuğa insanlığın bir bireyi olarak kendi karakterini oluşturma olanağı sunmakla mükelleftir.

Eğitimin görevi, diyor Hegel, “istemin özgürlüğünün gerçekleşmesi için gerekli araç ve koşulları” sağlamaktır. Bu nedenle “eğitimin amacı, insanı kendi başına düşünen ve davranan varlığa eğitmektir, eş deyişle özgür istemi olan bir varlığa.” Eğitim ve öğretim denilen kurumun varlık nedeni budur.