Prof. Dr. Şadan Gökovalı

Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,

ne ağaç, ne kuş sesi,

ne de toprak kokusu vardır.

Gündüz güneşin,

gece yıldızların altında kayalardır.

....

Nurettin Eşfak

baktı saatına:

-Beş otuz...

Ve başladı topçu ateşiyle

ve fecirle birlikte Büyük Taarruz...

(Nazım Hikmet, Kuvayi Milliye'den)

1922 YILI AĞUSTOS AYI ORTALARI...

- Ordular, ilk hedefiniz Akdenizdir, ileri! komutu ile Büyük Taarruz hazırlıklarının yapıldığı günlerdeyiz.

Mustafa Kemal Paşa, Ankara Keçiören'de yakın arkadaşlarıyla son gecesini geçirdi. Ayrılırken hayli yorgundu.

Yanındakilere:

-Taarruz emrini alınca hesap ediniz, on beşinci gün İzmir'deyiz, demişti.

Acaba içkinin etkisi miydi?

Arkasından hafifçe gülüştüler bile.

İstirdattan (Geri alış) sonra İzmir'den Ankara'ya dönüşünde karşılayıcılar arasında, o gece birlikte bulunduklarından bir ikisini görünce:

- Bir gün yanılmışım, dedi.

- Öyle ya; düşman hızlı kaçıyordu, ardını bırakmamak gerekliydi...

26 AĞUSTOS 1922

Ay hilal şeklindeydi. Ayın önünde bir yıldız parlıyordu. Saat 20.00'de birlikler yerlerini almıştı.

Kesin sonuç, Afyon'un güneyinde, Kalecik, Belen ve Tınaz tepelerin bulunduğu 12 kilometrelik kesimde alınacak, fakat bütün birlikler kendi cephelerinde taarruza katılacaklardı. Bizzat yaratıcısının ağzından, namludan fırlayan iki kurşun gibi iki cümle:

-26 Ağustos sabahı, Kocatepe'de hazır bulunuyorduk. Sabah 05.30'da topçu ateşiyle Büyük Taarruz (Saldırı) başladı.

Büyük Taarruz'un büyük komutanları:

*Başkomutan Mustafa Kemal Paşa

*Batı Cephesi Komutanı Tuğgeneral İsmet (İnönü)

*Cephe Kurmay Başkanı Albay (Sonra Orgeneral) Asım (Gündüz)

*Birinci Ordu Komutanı Tümgeneral Nurettin

*Birinci Ordu Kurmay Başkanı Albay Emin (Koral, Orgeneral)

*Kolordu Kurmay Başkanı Binbaşı Muharrem Mazlum (İşkodra, Orgeneral)

*Tümen Komutanları, Kurmay Başkanları...

7 EYLÜL 1922

Şimdi biz, Kocatepe'den kayan yıldız gibi akarak Salihli'ye gelelim. O sabah saat 06.00'da Başkomutanlık ve Batı Cephesi Komutanlığı Karargahları Alaşehir'den hareketle öğleyin Salihli'ye ulaştı. Başkomutan ve yakın komuta arkadaşları, İzmir'e giriş hazırlıklarını konuşurlarken, İzmir Körfezi'ndeki Edgar Quinet zırhlısından bir mesaj alındı. Yabancı konsoloslar, İzmir'i Türk Ordusu'na teslim edeceklerini bildiriyorlardı. Yabancı konsolosların “İzmir'i teslim etmek” gibi sözleri Başkomutan'ı öfkelendirmişti. Yumruğunu masaya vurup:

- Kimin şehrini kime veriyorlar? Diye bağırdı.

İngilizler bin pişmandı. Parlamento ayağa kalkmıştı:

- Hani Anadolu paylaşılacak, Boğazlar bizim olacaktı? Heyhat! Bunların hiçbiri olmadı. Baş sorumlu Lloyd George bunun hesabını versin bize!

Lloyd George yavaş yavaş kürsüye çıktı ve bir İngiliz'den hiç beklenmeyecek şu yenilgi sözlerini söyledi:

- Arkadaşlar, tarih dahi yetiştirmekte pek cömert değildir. Yüzyıllar pek seyrek olarak dahi yetiştirir. Şu şanssızlığa bakın ki; çağımızda o büyük dahiyi Türk Milleti yetiştirdi. Ben ona yenildim. Mustafa Kemal'in dehasına karşı elden ne gelirdi?

L.George bu konuşmasından sonra başbakanlıktan istifasını verdi. O öldükten sonra Times Gazetesi, ona ayırdığı ikinci sayfasına şu müthiş manşetini atmıştı:

Lloyd George'u bir daha kalkmamak üzere Mustafa Kemal devirmiştir.”

9 EYLÜL 1922

Başkomutan ve beraberindekiler, 9 Eylül 1922 Cumartesi sabahı Salihli'den İzmir yönünde yola koyuldu. Yürüyüş neredeyse otomobil hızını almıştı. Kasaba (Turgutlu), Büyük Kurtarıcı'yı coşkun sevgi gösterileriyle bağrına bastı. Hele Armutlu'da, otomobil radyatörünün suyunu değiştirmek için durulduğunda, halk, koyu renk gözlüğü takmış Mustafa Kemal Paşa'yı tanıyınca kızılca kıyamet koptu. Görgü tanığı Salih (Bozok) Bey'in anlattığı gibi:

- Korktuk. Muhabetten öldürecekler diye korktuk...

Aynı gün, sabah saat 05.00'te, İkinci Süvari Tümeni 20. Alay Dördüncü Bölük Keşif Kolu Komutanı Teğmen Enver, erleriyle birlikte bir yokuşu tırmanınca İzmir'i, kuş uçuşu 10 kilometre kadar ötede, ayaklarının altında gördü. Başkomutan'ın gösterdiği ilk hedefe ilk kendisinin varmakta olduğunu düşünerek, kutsal bir coşkuya kapıldı.

Sabah güneşinin tatlı ışıkları altında İzmir Körfezi'nin mavi suları ve onu çevreleyen Güzel İzmir, dahi bir sanatçının elinden çıkmış şahaser bir tabloyu andırıyordu. Latif yeşillikler ve yüksecek dağlarca çevrelenmiş olan bu harikayı bozan kara lekeler, körfezdeki düşman gemileriydi.

Çok geçmeden, Tümeni Teğmen ve birliğine yetişti.

Yine 9 Eylül 1922 sabahı Bornova doğusundaki sırtlara ulaşan 2. Tümen, Mersinli üzerinden İzmir'e, 1. Tümen de onun solundan Kadifekale'ye ilerlemeye başladı. Bu ilerleyiş Kadifekale ve Konak'taki Hükumet Konağı'na şanlı bayrağımızın asılmasıyla sonuçlanacaktı.

VATAN VE NAMUS

Birliklerimiz Halkapınar Köprüsü'nü geçince Tuzakoğlu Un Fabrikası'ndan (şimdi Temizlik İşleri Müdürlüğü) ateş açıldı. Ateş sonucu 2. Tümen 4. Alay 2. Bölük'ten Akşehir'in Mamuretülhamid Köyü'nden Bekir oğlu Mehmet Çavuş, aynı bölükten Antalya'nın Kızılsaray Köyü'nden Ömer oğlu Hakkı Çavuş, aynı alay 4. Bölük'ten Nevşehir'in İğneli Köyü'nden Ahmet oğlu Seyit oracıkta, İzmirli Bekir oğlu Veyis de, ağır yaralı olarak kaldırıldığı hastanede şehit düştü. Bu askerlerimizin, “Vurulup tertemiz alınlarından” İzmir toprağına düştükleri noktada sade bir anıt ve üzerinde şu çok anlamlı üç sözcük yer almaktadır:

Vatan ve Namus”.

İzmir'e ilk giren Yüzbaşı Şerafettin Bey'in söylemiyle; “Bu yavrucakların mübarek bedenleri birer ok gibi İzmir'e doğru yatıyor ve sanki bize:

- Durmayın, ilerleyin! Diyordu.”

BELKAHVE'DE

Muzaffer Gazi ve yakın komuta arkadaşları, mübarek 9 Eylül 1922 Cumartesi günü öğleden sonra Belkahve'ye (rakım 260 metre) geldiler. Buradan Kadifekale ve Hükumet Konağı'na şanlı bayrağımızın çekilişini dürbünle seyrettiler. Başkomutan'ın dudaklarından şu söz döküldü:

-Hitamihül misk (Mis gibi bitti).

10 yıl cepheden cepheye koşmuş Mareşal Mustafa Kemal, daha çizmelerinin tozu silinmeden yanındaki en büyük ülkü arkadaşı İsmet Paşa'ya şunu söyleyebildi:

-Paşam, Anadolu seferi yüzaklığı ile sona erdi. Bundan sonra başka işlerimize bakarız.

Bu anlamlı söz, söylendiği yerdeki anı yapısının duvarındaki mermerde kazılıdır. Paşa'nın kastettiği “Başka işler”, ülkenin ekonomik ve kültürel kalkınma savaşı idi ki; bu da, daha Cumhuriyet kurulmadan (17 Şubat 1923) İzmir'de toplanan Türkiye İktisat Kongresi ile başladı.

Fahrettin Altay Paşa, kurmaylarıyla birlikte bir taarruz harekât planı üzerinde çalışırken.

FAHRETTİN PAŞA

İzmir'in büyük evladı, Süvari Kolordusu Komutanı Fahrettin (Altay) Paşa, aynı gün İzmir'e girdi. İdareye el koydu; azınlık temsilcileri ile görüştü. Gerekli emirleri verdi. En büyük komutanın kargaşa içindeki İzmir'e girmesini uygun bulmadı. Asayişi sağlayıp, her şeyi sağlama bağladıktan sonra, yorgun atına atlayıp, Karşıyaka'da kendisini yıllardır hasretle beklemekte olan anacığının elini öpmeye gitti.

***

Yüce Başkomutan ve en yakınındaki komuta arkadaşları, Belkahve'den, ordumuzun artçı birlikleri arasından güçlükle ilerleyerek bugünkü güzel adı Kemalpaşa olan o zamanki adıyla Nif'e geri döndüler. Kasaba halkı, hiçbir yerden emir almadan, uygun bir binayı (bugünkü Askerlik Şubesi), Büyük Paşa ve yakınları için hazırlamıştı. Herkes evinde, mutfağında ne kalmışsa; işte biraz peynir, birkaç salkım üzüm vb getirip, gönülden bir sofra kurmuştu.

Mareşal Fevzi Paşa, bir Buda heykeli gibi sessiz, ama güven veren bir sakinlik içindeydi. İsmet Paşa, her zamanki gibi cephelere yazılar yazıyor, gelen yanıtları en büyük Paşa'ya sunuyordu. Gazi Paşa ise, bu, her zamanki karargah havasından sıkılmıştı ki:

-Arkadaşlar, İzmir'e girdiğimiz günün gecesidir bu, böyle sessiz mi olacak? Bari kendimiz şarkı söyleyelim, dedi.

Hep birlikte geç vakitlere kadar, şarkılar, türküler söylediler. Aynı gece Anadolu Ajansı, “Muzaffer Ordumuzun Kahraman Süvarileri'nin İzmir'e girdi”ğini belirten tebliği yayınladı. Bu bildiri şu muhteşem cümle ile bitiyordu:

Anadolu Ajansı, üç seneyi mütecaviz (aşkın) devre-yi ihtirakten (ayrılık dönemi) sonra anavatana kavuşan güzel yurdumuzu hasretle selamlar, halaskar (kurtarıcı) ordumuza ve azimkar milletimize şükran ve tebriklerini arz eder.”

10 EYLÜL 1922

Prenses Smyrna (İzmir) 10 Eylül Pazar günü gelinliği giydi, gelin tacını taktı, O gün şehrin halini görmeliydi. 260 m. rakımlı Belkahve'den Bornova Ovası'na inen İzmirliler'in Başkomutan'a armağan ettiği dört tekerli bir araba değil, dört kanatlı atın çektiği altın şar (gök arabası) idi sanki. Sanki içindekinler, birer mitologya kahramanı idi.

Her yan Türk Bayrakları, Mustafa Kemal fotoğrafları ile donatılmış. (İzmirliler, o kara işgal günlerinde bu paha biçilmez hazineleri nerde saklamışlardı?) Gökten çiçekler, konfetiler yağıyor; İzmir sokaklarından adeta kolonya akıyordu.

Nihayet, tarihin en haklı savaşını kazanmış Başkomutan'ın bir süvari birliği arasında ilerleyen arabası göründü. Halkın o anki coşkusu, tarihin pek az kaydettiği sahnelerden birini oluşturuyordu. Karşılayıcılardan kimisi ağlıyor, hepsi, kendilerine bu günü yaşatan Ulu Tanrı'ya şükrediyordu.

Kurtarıcı Gazi, Konak'a yaklaşırken, Körfez'in mavi sularına bakarak:

-Bir rüya görmüş gibiyim, diye mırıldandı.

***

Mümtaz konuklar, az önce şanlı bayrağımızın çekilmiş olduğu Vilayet Konağı'na geldi. Üst kata çıkıldı. Orada, koca salonu kaplamış olan masanın ortasında, İzmir'e ilk girecek komutana verilmek üzere Buhara'dan hediye, murassa (zengin süslü) bir kılıç duruyordu. Bu kılıç kendisine verildiğinde Süvari Birliği Komutanı Yüzbaşı Şerafettin (sonradan İzmirliler'in verdiği soyadı ile İzmir), şu alçak gönüllü sözü söylemişti:

-Ben ne yaptım ki? Sadece görevimi yaptım.

Vilayetin önü, koca Konak alanı öylesine insanla dolmuştu ki; sanki oradaki ağaçlar, insan başlarından oluşmuş bir zemin üzerine dikilmişti...

LATİFE HANIM

Bütün bunlar olup biterken, siyah mantolu, mor başörtülü, peçesiz bir kız, Başyaver Muzaffer (Kılıç) Bey'in bir anlık dalgınlığından yararlanarak kapıyı açıp içeri girdi; daha sonra hep “Mukaddes Paşam” diye hitap edeceği Mustafa Kemal Paşa'ya kendisini tanıttı. Elini öptü. Paşa, bu cesaretli Türk kızının boynundaki madalyonda kendi fotoğrafını gördü. 24 yaşındaki bu kız, İzmir'in maruf ailelerinden Uşşakizadeler'in kızı Latife Hanım'dı. İşgal sırasında Fransa'ya gitmişken ailesine:

-Ben inandım; Kemal Paşa İzmir'e girecek, ben onu orada karşılayacağım, diye doğup büyüdüğü şehre dönmüştü.

(Paşa, 29 Ocak 1923 Pazartesi akşamı Latife Hanım ile evlenecek ve bu evlilik. 5 Ağustos 1925 tarihinde boşanma ile sona erecekti.)

SONSUZA DEK KUTLANACAK

Aynı 10 Eylül 1922 Pazar günü akşamüzeri, Gazi Başkomutan ile yaverleri Muzaffer (Kılıç), Salih (Bozok) Beyler ile birlikte; biri önde biri arkada iki bölüğü arasında Karşıyaka'ya doğru yola koyuldu.

19 Mayıs 1919'da Samsun'dan, Karadeniz karanlığında başlayan şanlı yürüyüşün, bin 213 gün sonra İzmir'de zafer durağına noktalanmasıydı bu. Bu kutlu yürüyüşün, hemen hemen tümünde bulunan Ruşen Eşref'in (Ünaydın) sihirli kaleminden okuyalım:

O yürüyüş, ne yürüyüş imiş? Dumlupınar'da gözlerimizle gördük. O yürüyüş, o, senin ayaklandırdığın yürüyüş, işte şimdi gözlerinin önünden Akdeniz'e boşanan şu muzaffer Türk nehri!

... Sen nice yakılmış, yıkılmış kasabalarımızın içinde, yüreğin dağlanarak geçmiş adam, o gün İzmir'i hiç bir yakıntıya, yıkıntıya uğramamış olarak kurtardığından dolayı sevinç duyuyordun. Arabadan elinle İzmir'i göstererek:

Bu güzel şehre zarar gelseydi pek yazık olurdu. Çok acırdım doğrusu, diyordun.”

O mukaddes 9 Eylül 1922 Cumartesi gününden itibaren İzmir tarihi, “Milattan Önce” ve “Milattan Sonra” diye değil, “Mesut İstirdattan (Mutlu Geri Alıştan) Önce” ve “Mesut İstirdattan (Mutlu Geri Alıştan) Sonra” diye ikiye ayrılır oldu.

Hep kutlanacak türküler söylendikçe, Türk diliyle...