İLHAN PINAR

9 Eylül'ü düşünürken, şöyle biraz geriye doğru giderek ve retrospektif olarak tarihsel sürece göz atmakta yarar var. O zaman 9 Eylül, öncesi ve sonrası daha berraklaşacaktır.

İzmir, uzun ve zengin tarihsel geçmişinde liman kenti olmasına bağlı olarak önemli bir kent olmuştur. Kentin yakın geçmişinde, Osmanlı Dönemi'nde de bu özelliği öne çıkmıştır.

17. Yüzyıl başlarından itibaren Batı Avrupa'nın Doğu ticareti üzerinde, yeniden önemli bir işlev kazanan kentin bu özelliği zaman zaman gerileme gösterse de kesintisiz olarak sürmüştür. Bu süreç kentin topografyasını etkilediği kadar demografik yapısını da etkilemiştir.

16. Yüzyıl sonlarına kadar 8'i Müslüman ve 1'i Hıristiyan olmak üzere 9 mahalleden oluşan kent, bir sonraki yüzyılın başlarından itibaren Ermeni, Yahudi, Fransız, İngiliz, Hollandalı ve daha sonraki yüzyıllarda Arap, Mısırlı, Alman, İranlı, Belçikalı, İsviçreli, İsveçli, Latin, Bulgar gibi unsurların yerleşmesiyle çok milletli, çok dinli bir demografik yapıya kavuşmuştur.

17. Yüzyıl başlarından itibaren İngiliz, Fransız ve Hollandalılar tarafından domine edilen kentin ticaretinde, ilerleyen yüzyıllarda Avusturyalılar, İsviçreliler, Almanlar da rol almaya başlamıştır.

Bu süreç İzmir'i 19. Yüzyıl sonunda dünyanın en büyük 51. limanı (İstanbul 11. sıradaydı) olması sonucunu getirmiştir.

Batı merkantilizminin Doğu ile ticaretinin İzmir'e yönelmesi bu bağlamda dönüm noktası olmuştur; Doğu Akdeniz’de yürütülmekte olan ticaretin –yerel güçler tarafından- güvensiz hale getirilmesi, ticaret erbabının güvenli bir liman arayışını da eklemek gerekecektir. Yaklaşık 30 km’lik bir körfezin sonunda yer alan İzmir de bu özelliğe sahipti. Ayrıca, kentteki vergi muafiyetleri ticaret için cazip imkân sunmaktaydı. Bunların üzerine Fransızların 1604 Kapitülasyonlarıyla elde ettikleri imtiyazlar içinde olan, İstanbul’da temsilciliği bulunmayan devlet/krallık/prensliklerin Akdeniz’de Fransız bandırası taşıması ve bazı malların ihraç izni, Fransızlara Akdeniz’de ve İzmir ticaretinde önemli avantajlar sağlayan etkenler oluyordu.

Özellikle Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa'nın Sadrazamlığı sırasında bu şehri imar etme bakımından sarf ettiği çabalar, İzmir'i Osmanlı İmparatorluğu'nun çok önemli ve hareketli bir ticaret limanı haline getirmiştir.

İzmir şehrinin sadece yerel ticareti yönlendiren Yakın Doğu pazarlarından farklı olarak uzak ülkelere yönelen dış ticarete de açık oluşu ve bu nedenle de her mevsime göre değişen depo alanlarına ihtiyaç duyması şehirde çok sayıda hanın kurulmasına neden olmuştur.

1640'lı yıllarda İzmir'de bulunan han sayısının 60 iken (Katip Çelebi), 1670'li yıllarda bu sayının 82'ye (Evliya Çelebi) çıkması bu sürecin en iyi göstergesidir.

ÇOK MİLLETLİ YAPI

16. Yüzyıl sonlarında yüzde 80’i Türklerden, yüzde 20’si Rumlardan oluşan İzmir nüfusu 5 bini bile bulmazken, 23 Temmuz 1624’te İzmir’e uğrayan Fransa’nın Halep Konsolosu Le Gedoyn şehir nüfusunun 10 bin dolayında olduğunu aktarır. 1608 ve 1610 yıllarında olmak üzere İzmir’e iki defa gelen Ermeni asıllı Polonyalı seyyah Simeon limanda çok sayıda yabancı gemi olduğunu ve şehirde 100 Ermeni’nin yaşadığını aktarır. Şehir, bu dönemde, daha önce sahip olduğu iki milletli yapısından Ulusal Kurtuluş Savaşı’na kadar sürecek olan çok milletli yapısına kavuşmuş oluyordu.

Başlangıçta özellikle Fransızların ve Venediklilerin egemen olduğu İzmir ticaretinde 17. Yüzyıl ortalarına doğru Hollandalılar ve İngilizler önemli rol oynamaya başladılar. Kısa sürede Frenk Caddesi diye anılan yerde Avrupalı tüccarların ve konsolosların evleri ve depoları yer alır. Bu evlerin kara tarafındaki Frenk Caddesi’ne bakan kapıları olduğu gibi, deniz tarafından da her bir evin kendi iskelesi vardı. Buradaki yerleşim kalabalıklaştıkça, Frenk Caddesi kalmak koşuluyla burası Frenk Mahallesi’ne dönüşmüştür (Frenk Mahallesi, bugünkü Alsancak semtinin denize yakın kısmını kapsamaktaydı.). Bu durum, şehirde fiili olarak Hıristiyan-Avrupalılardan oluşan bir mahalleyi ortaya çıkarmıştı. Şehrin ve çevresinin nimetlerinden yararlanan fakat şehre hiçbir katkıda bulunmak istemeyen bu topluluk zaman içinde şehrin egemeni konumuna gelmiştir. Her ne kadar İzmirli Türkler bu durumu kabullenmediyseler de, zaman içinde bu durum olağanlaştı. Bu gerginlik her iki toplumun birbirine kayıtsız kalma sonucunu da beraberinde getirmiştir. İzmirli Türklerin fiili olarak kabullenmek zorunda kaldıkları bu durumdan ve zaten sermaye biriktirmek amacıyla ticaret yapmaktan uzak duran Türklerin bu özelliğinden Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler yararlanmasını bildiler. Ermeniler şehre zaten ticaret amacıyla yerleşmişlerdi. Örneğin, 1701 yılı sonunda İzmir’e gelen Fransız seyyah Tournefort, şehirde Yahudi eli değmeyen hiçbir mal ve ürün yoktur, der.

TİCARET GELİŞİYOR

Buhar gücünün gemilerde uygulanmasına bağlı olarak artan gemi seferleriyle birlikte daha önce İzmir üzerinden Avrupa ile ilişki kuran Eğriboz, Midilli, Sakız gibi adalar ve Antalya, Adana gibi şehirler Avrupa ile doğrudan ilişkiye girmiş olmalarına rağmen, İzmir’in ticari önemi artmaya devam etti. Özellikle büyük devletlerin Osmanlı üzerindeki çıkar çatışmaları sonunda çıkan Kırım Savaşı (Ekim 1853-Şubat 1856) sırasında İzmirli tüccarlar çok kârlı ticaret gerçekleştirdiler. İzmirli tüccarlar bu savaş sırasında İstanbullu tüccarlardan sonra Osmanlı ordusuna en çok askeri malzeme ve buna bağlı yan ürünlerin teslimatını yaptılar. Ruslara karşı yürütülen bu savaştan İzmirli tüccarlar kârlı çıktığı gibi, savaşa Osmanlı İmparatorluğu tarafında katılan Fransızlar ve İngilizler de en kârlı şekilde yararlanmasını bildiler. Bu devletler, Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyanlar için önemli imtiyazlar almanın yanı sıra İngilizler Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ilk demiryolu olan İzmir-Aydın demiryolu imtiyazını da elde ettiler.

Özellikle 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması’ndan sonra açıklanan Tanzimat Fermanı (1839) ve Kırım Savaşı sonrasında açıklanan Islahat Fermanı (1856) ile yabancı tüccarlara ayrıcalıklar tanınması, İzmir’in ticaret ve kültürel yaşamında da etkisini gösterdi. Bu dönemden itibaren başta tarım ve maden olmak üzere çeşitli sektörlerde yabancı yatırımcı kuruluşlar ortaya çıktı. Yabancıların bölgede yaptıkları yatırım, daha çok Batı Avrupa sanayisinin ihtiyaç duyduğu sanayi hammaddesi teminine (zımpara, krom cevheri, civa vb.) ve yörede yetiştirilen ürünlerin (pamuk, zeytin, kuru meyve vb.) burada işlenmesine yönelik yatırımlardı.

Bu dönemde merkezi yönetimden alınan imtiyazlara bağlı olarak yoğunluk kazanan yabancı yatırımı, şehrin yönetiminde ve ulus devletlerin belirginlik kazandığı bir dönemde şehrin genel karakterinde de kendisini göstermeye başladı. Bu durum, imparatorluğun ve dolayısıyla şehrin sahibi konumundaki Türklerin, bu rol dağılımı içinde etkin olamaması sonucunu getiriyordu. Durumdan rahatsız olan ve bu durumu değiştirmeye yönelik arayışlar içine giren merkezi yönetim, özellikle II. Meşrutiyet sonrasında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin girişimlerinde ifadesini bulan Milli İktisat politikalarını uygulamaya çaba gösterdi. İzmir’in kozmopolit (Frenk Mahallesi bazında) toplumsal yapısı ve kolonyal liman şehri özelliği, Cumhuriyet’e kadar devam etti. Zaten bu süreç Mustafa Kemal’in İzmir İktisat Kongresi açılış konuşmasında en güzel ifadesini bulmuştur.

Bu Süreç İçinde İzmir'in Önemi ve Karşı Karşıya Kaldığı Tehditler

İzmir, yangın, salgın ve deprem gibi tehditlere rağmen dünya ticaretine eklemlenme sürecini devam ettirdi. Karşı karşıya kaldığı sadece bu tür doğal felaketler değildi. 1694 yılında Haçlı donanmasının körfeze kadar girerek kenti tehdit etmesi, Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa tarafından 1830'lu yıllarda kısa süreliğine işgal edilmesi ve elbette 1880 yılındaki İngiliz ve Fransız tehdidi: Balkanlar’da çıkan savaşa Rusların müdahil olması sonucu, Rus ordusu bugün Yeşilköy olan o günlerin San Stefano’suna kadar ilerler ve burada San Stefano Anlaşması imzalanır. Bu, 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonucudur. Ancak burada imzalanan anlaşma İngiltere, Avusturya-Macaristan, Fransa, İtalya ve Almanya’nın itirazıyla kabul edilmez. Berlin’de bir kongre toplanır. San Stefano’da Osmanlı’ya bırakılan Adriyatik’teki liman kenti Ülgen (Karadağ/Ulcinj), İngiliz Parlamentosu’nda alınan kararla Karadağ’a bırakılır. Elbette bu karar Sultan Abdülhamit için kabul edilir bir durum değildir.

Tüm tehditler ve İstanbul’daki sefirlerin baskısı Sultan’ı Ülgen’i bırakmaya ikna etmeye yetmez. Ancak bir tehdit vardır ki, sonuç alma konusunda kesindir. O da İzmir üzerinden tehdit etmektir. Bunun üzerine zaten İzmir Körfezi’nde bulunan müttefik kuvvetlerin donanmasının İzmir’i işgal edeceği, kentin tüm gümrük gelirlerine el koyacağı ve bu gelirlerden Karadağ’ın hakkı olan payının ayrılacağı, buna rağmen Sultan’ın aklı başına gelmezse aynı akıbetin Selanik’te uygulanacağı tehdidi gelir. Sultan’ın kırmızı çizgisidir bu tehdit. Sultan, kendisinin verdiği emirle Ülgen’i vermemekte direnen İşkodra Valisi Rıza Paşa’yı görevden alır ve yerine Ülgen’i boşaltmakla Müşir Derviş Paşa’yı görevlendirir. 30 Kasım 1880’de Ülgen Osmanlı limanı olmaktan çıkar.

ATATÜRK'ÜN İZMİR ZİYARETLERİ

Mustafa Kemal'in İzmir’e ilk gelişi 1905 yılında, kurmay yüzbaşı olarak Harbiye’den mezun olduğunda olmuştu. Mustafa Kemal İzmir’e 2’nci kez Manastır’da bulunan 3. Ordu Kurmay Subaylığı’na tayin olduğu zaman Eylül 1907’de geldi. Bu gelişlerinde İzmir'deki vaziyetten hiç memnun olmamıştır; sosyal, kültürel ve iktisadi olarak kentteki görünüm hiç iyi değildir; zaten Orhan Kurmuş, 1970'lerde yayınladığı kitabına "Emperyalizmin Türkiye'ye Girişi" başlığını atarken, süreci veciz bir şekilde özetlemiş oluyordu.

İZMİR'İN İŞGALİ VE TELİN MİTİNGLERİ

15 Mayıs 1919'da İzmir'in işgaliyle birlikte Anadolu'nun birçok yerinden binlerce telgraf ve başta İstanbul olmak üzere birçok yerinde yüzlerce telin mitingi düzenlenmiştir. Sultanahmet Meydanı bu mitinglerin merkezi konumundadır.

17 Mayıs 1919’da İzmir’in işgalini protesto etmek için derslere girmeyen üniversite öğrencileri ve müderrisleri, 18 Mayıs 1919’da yaptıkları toplantıda protestoyu yinelerler. Tıp Fakültesi Müderrisler Meclisi Reisi Âkil Muhtar Bey’in açtığı toplantıda, Besim Ömer Paşa, Rıza Tevfik Bey, Yusuf Razi Bey, birtakım subay ve öğrenciler konuşma yapar; "İşgali protesto etmek" kararı alınan bu toplantıdan sonra ilk miting 19 Mayıs 1919’da Fatih’te yapılır. Bunu Doğancılar (20 Mayıs) ve Kadıköy (22 Mayıs) mitingleri izler. Büyük miting 200 bin kişinin katılımıyla Sultanahmet'te yapılır (23 Mayıs).

Bu mitinglerin konuşmacılarından biri de Halide Edip'tir. Alanda toplanan kalabalığa defalarca şu yemini ettirir, "insanlık ve adalet esaslarına sadık kalmak, herhangi şartlar altında olursa olsun, hiçbir kuvvete boyun eğmemek".

15 Mayıs 1919-13 Ocak 1920 tarihleri arasında İstanbul'da çok sayıda işgali telin mitingi düzenlenir. Bunlardan birisi de İstanbul Müslüman Kadın derneklerinin düzenlediği Temmuz 1919 tarihli telin mitingidir, "İki Milyon Türk İki Yüz Bin Rum’a Feda Edilemez".

19 Mayıs 1919'da Gazi Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkışıyla başlayan süreç, Türkleri Anadolu'dan atmak için yüzlerce yıldır planlar yapan Batı sömürgeciliğinin/emperyalizminin kullandığı son maşa olan Yunan ve onların işbirlikçisi yerli Rumların hayallerinin son bulduğu tarihtir 9 Eylül...

Fransız Amiral Dumesnil ile Nurettin Paşa arasında 11 Eylül 1922, saat 10.00'da Hükümet Konağı'nda geçen uzun konuşmada, Amiral'in ağzından çıkan şu sözler -günümüzdeki Fransız-Yunan ilişkileri de göz önünde bulundurulduğunda- tarihin sürekliliğini gözler önüne sermektedir, "...ama Yunanlıların çıkarlarını korumaktan da kaçınamam, bunu siz de biliyorsunuz."

9 Eylül, Türkiye Cumhuriyeti'ne vurulan İzmir Mührü'dür!

Onun içindir ki kurtuluşun ve kuruluşun kentidir İzmir!