Uçağımız Stockholm üzerinde alçalmaya başladığında farklı bir coğrafya ile karşılaşacağınız belli oluyor. Göller, göller, göller. Adalar, adalar, adalar… Gerçekten de ülkede 96 bin’in üzerinde göl var. Ve her yer yemyeşil. Her 90 kişiye bir göl düşen bir ülke düşünsenize…
Stockholm Sendromu
Otelimiz şehrin merkezinde, Nobis Otel. Tarihi bir yapı içinde çok konforlu bir otel. Otelin en önemli özelliği de, Stockholm Sendromu diye adlandırılan olayın geçtiği otel olması. Hani şu teröristine aşık olan ve onu koruyan sendrom. Polisler de bitişikteki bu otelde kriz masası kurarlar. Resepsiyonist bana duvara gaz sıkmak için açtıkları deliği de gururla gösterdi.
Olay aslında şu: 1973 yılında otelin yanında, şimdi bir giyim mağazası olan bankayı soymaya giren teröristler, dört banka çalışanını rehin alır ve altı gün boyunca bırakmaz. Bu arada gelişen empati-sempati duyguları ile rehineler soyguncuların tarafında yer alır. Mahkeme aşamasında ise aralarında para toplayarak savunmalarına yardımcı olurlar. Bir bayan ise biraz daha ileri giderek banka soyguncusuna aşık olur. Hatta nişanlısını terk ederek bu soyguncu ile evlenir ve hapiste kaldığı dönemde ondan hamile kalır. İşte buna benzer olaylar Stockholm sendromu olarak adlandırılıyor.
Stockholm’de ne yenir?
Karnımız acıktı. Aklımıza gelen ilk şey, İsveç’te İsveç köftesi yemek. Bunun için seçimimiz de özel. Saraya sadece 200 metre uzaklıkta geleneksel bir lokanta olan Gamla Stan’da patates püresi, yaban mersini reçeli eşliğinde özel soslu İsveç köftesi inanılmaz lezzetli. Yemek sonrası eski yapılar arasında yürüyüşümüz devam ediyor.
Rehber eşliğinde yaptığımız yürüyüş bizi eski şehrin merkezine getiriyor. Rengarenk boyalı eski binalarla çevrili, ortasında anıt çeşme bulunan meydanın en görkemli binası, şu an Nobel Müzesi olan eski belediye binası. Müze bugün kapalı. İçlerinde bir de LGBT kafenin bulunduğu kahvelerden birinde oturup, sıcak çikolata eşliğinde yorgunluk gideriyoruz.
Gezimizin ikinci gününde programda Oyuncak Müzesi, Opera Mahzeni’nde yemek ve 400 yıl su altında kaldıktan sonra çıkartılıp devasa bir müze binası içinde sergilenen savaş gemisi var.
Stokholm’de Bir İzmirli
Oyuncak Müzesi, İzmirli Levantenlerden Giraud ailesinin kızları Christina ve İsveçli eşi tarafından Stockholm’ün içinde eski bir askeri sığınakta oluşturulmuş. Bir tepenin içine oyulmuş sığınak tam bir labirenti andırıyor. Kraliyet ailesinin çocuklarının oynadığı oyuncakları da içeriyor. Sığınağın labirenti andıran dehlizlerinde gezinirken, teneke arabalar, taş bebekler, trenler, sallanan tahta atlar, sizi çocukluğunuza doğru bir yolculuğa çıkartıyor. Bu oyuncakları imal edenlerin hayal gücüne duyduğunuz hayranlık katlayarak artıyor.
Christina son derece sıcak, samimi, candan bir insan. Tabii ne de olsa İzmirli. Bize tüm müzeyi kendisi gezdirdi. Hem de hikayeleriyle. Müzeyi yeni açtıklarını öğrenince, bu kadar oyuncağı ne kadar zamanda topladıklarını sordum. Meğer oyuncak eşinin hobisiymiş. Ne kadar güzel bir hobi.
Opera binası içinde bulunan, adeta saraydan bir parça olan Opera Mahzeni (Operakällaren) Stockhom’ün en prestijli restoranı. Kraliyet ailesinin de yemek yediği bu mekanda, açık olmadıkları bir günde, özel olarak bizi ağırlayan Michelin yıldızlı şef Stefano Catenacci aynı zamanda golf ve av hastası. Bu çok özel mekanda, kendimizi gerçekten özel hissettik.
Batık geminin hikayesi
Eh bir de Stockholm’un olmazsa olmazı meşhur Vasa Gemi Müzesi. Vasa dünyadaki korunmuş tek 17. yüzyıl gemisidir. Orijinal parçalarının %95’ten fazlasının görülebildiği müzeyi gezmek için bile Stockholm’e gidilebilir. 1628 yılında denize indirildiği gün batan savaş gemisi Vasa 333 yıl sonra 1961 yılında denizden çıkartılıp müze haline getirilmiş. Hayran kaldım.
Akşam yemeğimiz Stockholm’ün eski gümrük binası, günümüzün ünlü fotoğraf müzesi Fotografiska’nın çatısında. Samimi ortamda Stockholm limanı manzarası eşliğinde yenen çeşit çeşit özel yemekler herkese parmak ısırttı.
Üçüncü gün oteldeki zengin kahvaltımızın ardından gemi ile Waxholm’a doğru günlük gezimize başladık. Yeşil ile mavinin uyumu, üzerinde muhteşem malikanelerin bulunduğu yüzlerce ada insana huzur veriyor ve dinlendiriyor. Stres yok, sürprizler yok. Kırmızı ışıkta sizi ezmeye çalışan sürücüler yok. Huzur var, saygı var, sevgi var..
Cennet gibi bir adadayız
Waxholm mütevazi ve rahat yazlıkları ile doğanın sarıp sarmaladığı bir ada, bir cennet. Evinin bir bölümünü pansiyon olarak da kiraya veren Linda, bize mutfağında meşhur tarçınlı kurabiyelerini nasıl yaptığını gösterdi ve ikram etti.
Deniz taksisi ile ulaştığımız bir başka adada da, çok özel peynirlerin üretildiği küçük bir imalathaneyi görme şansımız oldu. Tek başına yaşayan bir bayan, adadaki evini butik peynir imalathanesi haline getirmiş. Küçük turist grupları, aileler onu ziyaret ederek peynirlerini tadıyor, sohbet ediyorlar. Sonra da çeşit çeşit peynirlerden satın alarak, bu konukseverliğin bir şekilde karşılığını ödemiş oluyorlar. Her biri birbirinden lezzetli çeşit çeşit peynirler.
Döneceğimiz güne kadar Stockholm, insanlarının sıcaklığını desteklercesine bizi güneş ile ağırladı. Gitmemize çok az bir zaman kala da yağmur yavaş yavaş yağmaya başladı. Anladık ki Stockholm de bizi sevdi, gideceğimiz için hüzünlendi, için için ağlamaya başladı…
Havası soğuk olabilir ama, anılarımızda Stockholm her zaman sıcak kalacak…