Eylem ASLAN

Yemek destanlarında sebze yemekleri, kebaplar, köfteler, börekler, çörekler, pilavlar, turşular, tatlılar, salatalar, meyveler konu edilmiştir. Dr. Doğan Kaya, “Halk Edebiyatında Yemek Destanları” çalışmasında, yemeklerin malzeme, hazırlanma ve sunumun Türk kültüründe ayrı bir güzellik ve ayrı bir zenginlik olduğundan bahseder.

Refik Halit Karay, bunu akıcı ve güzel üslubuyla o kadar güzel dile getirir ki satırlarını okuyanlar kendilerini hadisenin içinde bulur. Karay, yediğimiz yemeklerin ilerlemeyle bu son halini aldığını, sözgelişi, bir tencere yaprak dolmasının, bir mayonezli levreğin veya revaninin bir vapur makinesi, bir elektrik feneri, bir mikroskobun icadı ve yapılışıyla aynı olduğu kanaatini taşır.

Ago Paşa’nın Hatıraları adlı kitabının “Yemeklere Dair” bahsinin içinde bizlere şunları söyler: “İnsanlar bin kalıba soka soka ve bin türlü muameleden geçire geçire ortaya yemek namı altında bazen öyle bir harika çıkarırlar ki karşısında bana, adeta hilkatin parmağını ısırdığına hükmettirirler. Meselâ, bir tepsi saray baklavasını göz önüne getiriniz: Elyafındaki o incelik, o ter-ü tazelik gül yaprağındaki gibi zarif ve nazik değil midir? O kabarıklıkta bir manolya goncesi dolgunluğu ve taksimdeki intizamda bir tarh mükemmeliyeti, kırmızı benekli tatlı manzarasında ise bir çemenzar letafeti yok mudur? Ya lezzetini en nefis meyvelerden biri olan incir kadar şekerli ve latif bulmaz mısınız? Sonra saray lokmasını düşününüz, hani üstü sert, kıtır kıtırdır da ısırınca ağzınız balla dolar, böyle bu derece ustalıklı ve şekerli yemiş henüz dünya yüzünde yoktur. Benibeşer aşçılık namı altında adeta tabiatla rekabete kalkmıştır, küstahçasına meydan okur ve ekseriya da kudret ve meziyetini takdir ettirir.”

“Çocukken sevdiğim her şey biraz çikolata idi benim için. Erik pestilini çikolata niyetine yalardım. Ekmeğin kıtır yerini çikolata niyetine koparırdım. Annemi öpünce bir çikolata tadı gelirdi ağzıma.’’

Oktay Rifat, Birtakım İnsanlar’da erik pestilini, ekmeğin kıtır yerini çikolata niyetine yiyen, annesini öpünce ağzına çikolata tadı gelen oğlanı yazar.

BAYLAN PASTANESİ

Türk edebiyatında yazarların toplandığı, yiyip içtiği çok sayıda simgeleşmiş birçok mekân vardır. Yazarların toplandığı mekânlar genellikle kıraathaneler, kahveler, pastaneler, lokantalar, restoranlar ve otellerdir. Bu mekânların bazıları müdavimleri olan yazarlarla özdeşleşmiş. Sözgelimi, Baylan Pastanesi.

İstanbullular'ın yakından tanıdığı Baylan, farklı tatları ve sıcak atmosferiyle 1950’li yıllarda özellikle edebiyat çevresinden yazarların da uğrak yeri imiş. Zamanla edebiyatçılara sinemacılarla tiyatrocular da katılmış. Halit Refiğ, bir yazısında aydınların yıllar önce Baylan’da bir araya gelip, “Sinema sanat mıdır, değil midir” diye tartıştıklarını anlatır.

Attilâ İlhan, birçok kitabında Baylan’dan söz eder. 1940’lı 50’li Beyoğlu yıllarında Baylan’ın müdavimleri arasında kimler yok ki: Orhan Kemal, Salah Birsel, Behçet Necatigil, Sait Faik, Haldun Taner, Peyami Safa... 60’lı yılların müdavimleri ise Attilâ İlhan, Demir Özlü, Hilmi Yavuz, Ergin Ertem, Onat Kutlar.

‘Kup Griye’, ‘Fondue Şokola’, adisababa, rokoko ve küçük çikolata çeşitleri Baylan’ın vazgeçilmez tatlarından... O dönem sıradışı olan bu tatlılara edebiyatçılarımızın romanlarında da denk geliriz.

Restoran da bir edebiyat mekânıdır ve Cemal Süreya tarafından meşhur edilmiş. “Şekercinin vitrini önünde silinivermişti berber de aynaları da kafes de, sarı kuş da. Çikolatalar vardı şimdi, salt çikolatalar. Güneşte alev alev uçuşan kırmızılar, morlar, sarılar, maviler; kırmızılara, morlara, sarılara, mavilere sıkı sıkı sarılı çikolatalar. Abla da oğlan kardeş de yoğurtçunun kızı da sıkı sıkı sarılı, alev alev kırmızıların, morların, sarıların, mavilerin içindeydiler. Ya da maviler, sarılar, morlar; kırmızılar alev alev, yaprak yaprak uçuşuyordu içlerinde.”

Orhan Kemal’in, Çikolata’sında, mahallenin fakir çocukları, zengin kızın yiyip yere attığı çikolata yaldızını gizlice alıp, gözyaşları ile yalar. Çikolataya ulaşabilme, sosyal sınıfların tanımlanması için uygun bir yoldur.

Türk sofrasının savaşlarla, iktisadi yıkımlarla nasıl aman vermez bir bozguna uğradığının en güçlü tanığı Hüseyin Rahmi’nin roman ve öyküleridir. Şıpsevdi’de, alaturka yemekle alafranga sofra adabı karşı karşıya getirilir, zeytin çekirdeğinin ağızdan nasıl çıkarılıp nereye konulacağına ilişkin uzun bir görgü kuralı dersi verilir. "Çatalı ağza yaklaştırmalı. Zeytin çekirdeğini yavaşça hafiyen denecek bir maharetle dudaklarınızın arasından kemal-i nezaketle çatalın üzerine bırakmalı. Oradan da aynı ihtiyatla yani kimseye bir şey sezdirmeksizin tabağın içine indirivermeli..."

"Aman ne zor iş bu! Çekirdeğini çıkarmak bu kadar güç olduktan sonra ben de alafranga sofrada zeytin yemeyiveririm. Zaten evde yiye yiye bıktık da... Çoluk çocuk yeriz. Çekirdeklerini de çatır çutur önümüzdeki tabağa atıveririz. Çocuklar bazen parmaklarının arasında sıkıştırıp birbirinin gözüne sokarlar ya babalarından ya benden birer tokat yerler."

EDEBİYATTA MUTFAK

Halid Ziya, Aşk-ı Memnu’da yalıda benimsenen Avrupai düzeni ayrıntılarıyla anlatır. Yine yazarın Mâî ve Siyah’ı, meşhur bir yemek sahnesiyle, Taksim Tepebaşı’nda yenilen bir yemekle başlar. Mirat-ı Şuun gazetesinin yazarları yemekli bir toplantı yapmaktadırlar. Roman başladığında yemek bitmiştir. Herkesin canı sıkılmaktadır. Ahmet Cemil de yemeğe katılanlar arasındadır; canı sıkılınca bahçeye çıkar ve mavi bir atmosferde hayaller kurmaya başlar. Böylece roman “mavi”yle, yani hayallerle başlamış olur.

“Edebiyatta mutfak” denilince ilk akla gelen yazarlardan biri de Aslı Perker’dir. Perker, her satırında ağız sulandırıcı bir lezzetten bahsettiği Sufle romanında Paris, İstanbul, New York üçgeninde geçen; hayal kırıklıklarının en keskin sembolünü ve iyileşmek için en güzel ilacını bir yemek tarifinde, suflede bulan üç kırık kalbin hikâyesini anlatır. Ama ne anlatmak… İnsana dair hemen her duyguyu bir lezzetle bağdaştırır âdeta. Ve ortaya çıkan büyülü “yemek” roman okuyucusunu kalbinden yakalamayı başarır.

Sait Faik de yer vermiştir öykülerinde aynı temaya. Yine Selim İleri’den aktaralım: “Sait Faik ustanın ‘Beyaz Altın’ına gelince, çörek otlu ekmekten sonra, birdenbire börekler faslını açıyor: ‘Yağları, elleme kömürünün korlaştığı mangalın içindeki nar gibi ateşleri söndüren yağlı börekler.’ Yemek listesi sürmekte: ‘Kebap otu serpilmiş narin kuzu pirzolaları.’

Yusuf Atılgan romanı Aylak Adam’ın en temel sahnelerinden biri patlıcanla ilgili olandır; pilavı patlıcanlı sevmek, karnıyarık. Bütün o orta sınıf hayata duyulan nefretin en odaklandığı şeylerden biri, Caddebostan’daki yazlık evdeki yemek sahnesi mesela.

Sofra baştan beri bir toplanma alanıdır. İnsan her zaman sofra başında sohbet eder; iş ya da olası evlilikler, memleketin ahvali ya da ananenin tansiyonu hakkında konuşur. Bu tarafıyla sofralar edebiyatta karakterleri ve ilişkilerini dile getirmek üzere her zaman ayrıcalıklı bir role sahip olmuştur. Hele ki aile sofraları…

Yazımızı Barış Manço’nun cümleleri ile bitirelim mi; “Ağzı açık, gözü toklar buyursunlar başköşeye, kula kulluk edenlerse ömür boyu taş döşeye!