Ferda İZBUDAK AKINCI

Yıllar önce başladığım bir romana iki gün önce son noktayı koydum. Yayımlanma öncesinde üzerine bir kez daha kapanacağımdan hiç kuşkum olmasa da, şimdilik bitirmiş olmanın sevincini yaşıyorum. Oylumlu romanlar, diğer edebiyat türlerine göre daha fazla masa başı çalışması gerektiriyor. Özellikle o son noktaya giderken. Üzerindeki gezinmeleri, sıçramaları, dokunuşları çelişkiler yaratmadan, kurgu hatalarına neden olmadan, kendi dilinizin estetik akışını bozmadan yapabilmek için, yüzlerce sayfayı bir bütün olarak aynı anda algınıza açık tutabilmeniz gerekiyor. İnsan neden böyle zorlu bir sürece delicesine gönüllü olur ki? Sonunda elde edeceğimiz her ne ise bunun, hayattan beklentimizle ilgisi vardır elbette. Ama bu yoğun çabayı böyle bir nedenle sınırlandıramayacağımız da ortada.

Bugün yeryüzünde yaşamakta olan insan türü, otuz, otuz beş bin yıldır hayvanları, başka insanları, evreni, yerküreyi, kısacası yaşamı, bıkmadan usanmadan sanat aracılığıyla yeniden üretmiş, üretiyor. Mağara duvarlarına çizdiği etkileyici resimlerle başladığı bu yolculuk, yalnızca resmi, heykeli, müziği, oyunu, edebiyat yapıtını ya da bir sinema filmini yapanı, yazanı, besteleyeni, ortaya çıkaranı heyecanlandırmıyor. Kurmaca olduğunu bile bile bir romanı gözyaşları içinde okuyabiliyor, bir film ya da tiyatro oyunu izlerken kahkahalarla gülebiliyoruz. Bir yanda üreticisinden yoğun çaba, sıkı çalışma, sabır, zaman, sönmeyen istek, kaybedilmeyen heyecan, direnç ve umut isteyen sanat yapıtı, diğer yandan alıcısını böylesine sarıp sarmalama, düşündürme, hatta başka türlü davranmaya yönlendirme gücüne sahip olunca, insan sormadan edemiyor, nedir bu 'sanat'?

Peki nedir sanat?

İnsanlık tarihinde sanat üzerine kafa yoran her düşünür, sanata kendi düşünceleri doğrultusunda bir tanımlama getirmiş. İlk Çağ düşünürlerinden Platon, sanatı yaşamın bir yansıması, sanatçıyı da taklit yapan insan olarak görmüş. 18. yüzyıla dek etkinliğini sürdüren bu 'öykünmeci, taklitçi' sanat kuramını, Platon'un öğrencisi Aristoteles de benimsemiş. Örneğin heykeli 'insanın', tiyatoyu da, 'insan eylemlerinin bir taklidi' olarak tanımlamış ve özellikle tragedyalara yönelmiş.

Sanatı 'biçimci' ve aynı zamanda 'kuramcı' olarak tanımlayan düşünürler için ise sanat yapıtında önemli olan yalnızca 'biçim' olmuş. Aralarında Kant'ı, Dewey'i, Clive Bell'i, Beradsley'i sayabileceğimiz biçimciler, sanat yapıtlarını tarihsel bağlamına göre ele almaz. Sanatçının ürününü hangi amaçla oluşturduğuyla da ilgilenmeyen bu görüşe göre sanatın temelini, 'anlamlı biçim' oluşturuyor.

19. yüzyılın büyük Rus romancısı Leo Tolstoy, sanatın özünü, 'biçimcilik'in dışladığı 'duygular'da bulmuş. En önemli temsilcisi Tolstoy olan 'duygucu görüş'e göre sanat, sözcükler, sesler, renkler, tuval, taş, gibi duyusal birtakım araçlarla duyguların aktarımıdır ve insanlar arasındaki ruhsal birliğin sağlanması için bir araçtır. Tolstoy'a göre sanat, 'iyi'ye hizmet etmelidir. Nazım Hikmet, Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil üzerine yazılarında, Tolstoy'u bu noktada eleştirir ve 'iyi'nin muğlak bir kavram olduğunu, bugün 'iyi' dediğimize yarın 'kötü' diyebileceğimizi söyleyerek onun bu görüşüne karşı çıkar.

'Sezgiciler' ise, sanat yapıtının koşulları olmak bakımından hem biçimi hem de duyguları reddeder. Sezgicilere göre sanat, kavramsal olmayan bilgidir ve bilginin ilk aşamasıdır. Sezgiciliğin sanat felsefesi temelinde sanatçı ve onun yaratıcılığı yatar. Sanatı doğanın taklidi değil, tersine, 'doğaya karşı' görürler. Sanat 'dışavurumcudur'. Sanatçının içindekileri ifade etmesi, dışsallaştırmasıdır. Önemli temsilcileri Croce'ye göre sanat 'ifade'dir.

Diğer yandan 'iradeciler'e göre, bütün bu sayılanlar, sanat olmayan durumlar için de geçerlidir. Yani bunlar, tümüyle sanata özgü değildir. Bu tanımlar, popüler sanat tanımlarıdır. Sanatın, basit bir şekilde tanımlanamayacağını savunan iradeciler (istenççiler) için bunlar, sanatın karmaşıklığını betimlemekten uzaktırlar.

Ama tüm bu kuramsal tanımlama çabalarının bir işe yaramayacağı, yetersiz olduğu görüşünde olan düşünürler de var. Onlar herhangi bir şeyi taklit ya da temsil etmeyen, yanı sıra ifade de etmeyen, anlamlı biçime sahip olmayan yapıtlar olduğunu öne sürerler.

Çağdaşımız estetikçi Morris Weitz'e göre, 'sanat tanımlanamaz.' Çünkü sanatın zorunlu ve yeterli koşulları yoktur. Peki öyleyse ne yapmalı? Weitz, tüm sanatların paylaştığı bir öz bulma arayışı yerine, sanat yapıtlarının benzerlikleri bulunmalıdır, der. Yani bir yapıta 'roman' denecekse, ondan önce roman denmiş yapıtlarla belirli yönlerden benzeyip benzemediğine bakılmalıdır. Weitz ile aynı görüşü paylaşan Paul Ziff de 'tipik örnekleri' öne sürerek sanatı tanımlamaya çalışır. Stephen Davis, Weitz'in, sanat yapıtında 'benzerlikler bulma' savına katılmaz. Çünkü Davis'e göre, her şey her şeye benzeyebilir ya da istenirse benzetilebilir. Yani bu görüş sanatın birliğini, bütünlüğünü açıklayamaz. Çünkü keyfi olabilir.

İşlevselcilere göre sanat, belirli bir amaca hizmet eder. Bir şeyin sanat eseri sayılabilmesi için bu amacı gerçekleştirmesi gerekir. Genel olarak da sanatın estetik deneyim sağlamasının amaç olmasında birleşilir. Örneğin estetikçi Monroe Beradsley'e göre bir şey, ancak 'estetik deneyim' yaşatabilme niyetiyle yapılmışsa sanat eseridir.

Arthur Danto, sanatın özünün olduğunu savunur. Bir şeyin sanat sayılabilmesi, Danto'ya göre 'sanat dünyası'na bağlıdır. Ve bütün sanatların özünü bu oluşturur. Yani Weitz'in karşıtı olarak Danto, sanatın özünden söz etmenin mümkün olduğunu ileri sürer.

Varoluşçu felesefenin önemli adı Heidegger, sanatın kökenini, sanat, sanatçı ve sanat yapıtı arasında varolan karşılıklı ilişkiyle açıklar. Ona göre sanat, teknolojinin bozduğu dünyada insan için bir umuttur, ışıktır.

Marksist yaklaşıma göre ise sanat, ortaya çıktığı toplumun yapısına, tarihsel kültürüne ve üretim ilişkilerine bağlıdır. Üst yapının ürünüdür ve üstyapıyı belirleyen de alt yapı, yani üretim ilişkileridir. Ama bu, sanat yapıtlarının oluştukları toplumsal ve sınıfsal yapıyı aşarak tüm zamanlarda kabul gören evrensel bir estetik beğeni yaratamayacağı anlamına gelmez. Örneğin Yunan sanatı, kendi tarihsel, toplumsal koşullarının ürünüdür, ama kendi dönemini aşmıştır, çünkü aşacak estetik değere sahiptir.

Marks'ı yorumlayan Fischer, “Bütün sanat zamanla koşulludur ve ancak tarih içinde belli bir zamanın düşüncelerini, isteklerini, gereksinmelerini, umutlarını yansıttığı ölçüde insanlığı temsil eder. Ama sanat bu sınırlılığı da aşar ve o tarihsel an içinde insanlığın sürekli gelişme yaratan bir anını da yaratır” der.

Söyleyecek sözü olmalı

Sanat felsefesi dipsiz bir kuyu gibi. Ancak onca uğraşın sonunda ürettiğimiz edebiyat yapıtlarının yerinin neresi olacağını merak etmemek de elde değil.

Akademik anlamda felsefeyle ilgilenmeye başlamadan önce, sanatı kendimce, insanın dünyaya söyleyecek sözü olması ve o sözü edebiyatla, resimle, filmlerle, oyunlarla, heykellerle, müzikle eyleme dönüştürerek söylemesi olarak açıklayabiliyordum. Ama önce o sözün oluşturulması gerekiyor. Yani bir sözünüz olacak ki bunu sanat yapıtınızla dünyaya haykırabilesiniz. Bu düşünce ürünü sözü de yine bizim eylemlerimiz oluşturur. İçine doğduğumuz toplumla, yaşadığımız çağın yönelimleriyle etkileşerek kimlik kazanırız. Yürüdüğümüz sokaklar, oynadığımız oyunlar, gezip gördüğümüz yerler, okuduğumuz kitaplar, izlediğimiz filmler... Ve daha nice yaptığımız işle, aldığımız eğitimle, merak ettiklerimizle bir evren bilgisine ulaşırız. Yaşam içinde eğer biz çabalarsak oluşur bu söz, kendiliğinden değil. Sonra bardak taşar. Bu da bir eylemdir kısacası. Oluşmuş sözü başka bir eyleme, sanata dönüştürmekle romanlar, hikayeler, şiirler, besteler, oyunlar, heykeller, filmler çıkar ortaya.

Yukarıdaki düşünürlerin sanat üzerine yaptıkları yorumlara bakarsak, benimki de elbette eksik bir tanımlama oluyor. Çünkü hemen, roman nedir, şiir nedir, resim nedir, müzik nedir, film, oyun, heykel nedir sorularına da yanıt bulmak gerekiyor. Yaklaşık 2400 yıl önce Aristoteles'in, 'heykel insan taklididir' deyişini düşününce... Bugün elektrik kablolarından karton kutulara her türlü malzemenin, hatta hazır nesnenin (pisuvar gibi) kullanılarak yapıldığı ve 'sanat dünyası'nın sanat eseri olarak kabul ettiği heykel için ne diyeceğiz? İnsanların beş yüz yıldır Michelangelo'nun Davut'unu görmek için Floransa'ya, Cictina Şapeli'nin freskleri için akın akın Roma'ya koştuğu gibi ya da bir küçücük çerçeve içinde beş yüz yıldır gülümseyen Leonardo da Vinci'nin Mona Lisa'sı için Louvre Müzesi'nde uzun kuyruklar oluşturmaları gibi bir heyecanla görmeye koşacaklar mı Andy Warhol'un sabun kutularını ya da Marcel Duchamp'ın pisuvar çeşmesini? Sanat uğruna mermerden insan çıkarmanın yoğun emeğini düşününce, ya da taştan gül oymaya benzeyen bir çabayla kotarılan sözcüklerin anlattıklarını... Sanat olarak toplumlara sunulan nesneler hakkında ne düşüneceğiz?

Sabahattin Ali'nin, Orhan Kemal'in, Nazım Hikmet'in, Dostoyevski'nin, Balzac'ın, Zweig'in, Cehov'un romanları, hikayeleri gibi, ülkelerinde ve dünyada ölümlerinden sonra da baskı üzerine baskı yapacak mı bugün 'sanat dünyası'nın sanat yapıtı kabul olarak kabul ettiği bütün kitaplar? Ya da en azından... peş peşe birden beş bin yüz otuz ikiye kadar olan sayıların harflerle yan yana, virgülsüz olarak basıldığı Lerici'nin Coazione a Contare adlı elli sayfalık kitabı, yüz yıl sonra aranacak kitaplardan biri olabilecek mi?

Belki de teknoloji çöplüğüne döndürdüğümüz dünyaya ilişkin başka türlü bir 'söz' oluşturmanın imkansızlaşmaya başlamasının sonucu bu.

Edebiyat, sanat nedir soruları üzerine yazılmış koca koca kitaplar var. Sartre'ninki, Tolstoy'unki birer örnek yalnızca. Ben de bitirdiğim romanın, verdiğim emeğin, kullandığım zamanın, gösterdiğim çabanın sonunda, bu soruları kendime sormaya hakkım olduğunu düşündüm. Böylece bu yazı çıktı ortaya. İnsan, ne uğruna böyle titiz bir uğraşının içine girdiğinin hesabını önce kendine vermeli herhalde.

Ama hep gelip dayandığım, inandığım ve romanlar, hikayeler, masallar yazarken aklımdan hiç çıkmayan bir nokta var ki, bu da sanat adına her türlü çabayı haklı gösteriyor: İnsanın sanattan, sanatın hayattan kopuk olmaması gerektiği.

İçinde hayatın soluğunu taşıyan sanat yapıtının, zamanın sınırlarını aşarak yaşamayı sürdüreceğine dair o güzel duygu...