Anlık bir kibirle tanrılarla boy ölçüşebileceğini düşünecek olsa bile, böyle bir kader yazılmamalı hiçbir canlıya. Ağaca bağlı ellerimle, öfkesi bedeninden taşan Apollon’a bakıyorum ümitsizce. İçinde bulunduğum durumu ve bu duruma gelmeme sebep olan, o uğursuz flütü düşünüyorum. Uğursuz diyorum, ne acı! Halbuki onu bulduğum gün yaşadığım mutluluğu tarif etmenin imkanı yok. Öylesine etkileyici bir sese sahipti ki, duyan herkesi büyülüyordu. Tıpkı beni büyülediği gibi... Muhteşem ezgilere hayat veren bu flütün, Tanrıça Athena tarafından lanetlendiğini bilseydim eğer, her şey farklı olabilirdi belki. Şu an bir ağaca asılı olmayabilirdim mesela ya da hayatımın sonlanacağı endişesiyle, deli gibi korkmayabilirdim. Ama ne yazık ki, tüm bunlar için çok geç kalmıştım. Lanetlenmiş bir flütün peşi sıra, benim için belirlenmiş sona adım adım yaklaşmıştım.
Tüm yaşananları düşününce, aslında her şeyin ne kadar trajikomik olduğunu anlıyorum. Her şey Tanrıça Athena'nın kendi keşfi olan flütünü, tüm Olympos tanrılarının bulunduğu bir şölende çalmak istemesiyle başlamıştı. Athena flüt çalarken, Hera ve Aphrodite çok çirkin göründüğünü söyleyerek onunla alay etmişlerdi. Bu duruma hiddetlenen Athena, Phrygia’ya gitmiş ve durgun bir suda yüzüne bakarak flütünü tekrar çalmıştı. Flüt çalarken, gerçekten çirkin ve komik göründüğünü fark edince öfkesi katlanan tanrıça, flütü lanetleyerek atmıştı. Onu bulanın, en büyük cezalara çarpılması lanetiyle bulunmayı bekleyen flütün, o meşhur talihsiz bulucusu da ben olmuştum böylece. O gün, bu lanetten haberim yoktu elbette.
Bulduğum flütten çıkan eşsiz sesle, öylesine kendimden geçmiştim ki, bu muhteşem ezgilere hayat veren kişi olduğum için, bir yandan şaşırıyor bir yandan da gururlanıyordum. Dionysos’un alayında yer alan, sıradan bir satyr olan yaşlı Marsyas, artık o kadar da sıradan biri değildi. Çünkü, dünyada başka hiçbir müzik aletinde bulunmayan bir sese sahip olan bu flüt bendeydi ve bu mucize flüt benim ezgilerimle yankılanıyordu dört bir yanda. Kendine güvenmek aşırıya kaçtığında tehlike barındırırmış. Yaptığım en büyük hata belki de bu tehlikeyi fark etmeyişimdi. Flütümden çıkan ezgilerle böbürlenirken, Apollon’u öfkelendirdiğimin farkında bile değildim. Haklıydı müziğin tanrısı. Yeryüzünde onun lirinden çıkan ezgilerin üstünde bir ses olabilir miydi hiç? Üstelik basit bir satyr, onunla yarışacak kadar iyi olduğunu iddia edebilir miydi? Mantığıyla hareket edecek biri, böylesi büyük bir iddianın parçası olamayacağını bilirdi, ama ben -flütünün sesiyle egosuna yenik düşen Marsyas- gözü kapalı olarak atıldığım bu yarışmayla sonumu hazırlamaya başlamıştım.   
Yarışma için tanrı Apollon bir şart koşmuştu: Yarışmanın galibi olan kişi, mağlup olana istediğini yapmakta özgür olacaktı. Tanrı Tmolos’un yargıçlığında yapılacak olan yarışmada ben flütümle, Apollon ise liriyle yarışacaktı. Önce Apollon başlamıştı. Müziğin efendisinin lirinden çıkan ezgilerle, tüm dinleyiciler kendinden geçmişti adeta. Bu durum içimi kuşkularla doldurmuştu.

"Ya, onun kadar iyi olamazsam! Ya, yarışmayı kaybedersem!"

Şüphelerimin beni kemirmesine engel olmak için onlarla mücadele ederken, Apollon kendinden emin bir şekilde gösterisini sonlandırmıştı bile. Vakur duruşu, bir an tereddüt etmeme sebep olduysa da vazgeçmedim. Flütümü aldım ve onun büyülü sesinde yitip gidene dek durmaksızın çaldım, çaldım. Çıkan her melodide bir yanım mutlulukla dolarken, bir yanım tarifi imkansız bir hüznün esiri oluyordu. Bir şeyler oluyordu sanki! Flütüm her seste, bana bir şey anlatmak istiyor gibiydi. Bedenimi saran hüznün kasveti, içimde bilinmezliğin korkusunu yeşertmeye başlıyordu. Mutluluk geri dönmemek üzere gidiyordu sanki. Garip duygular eşliğinde flütümden çıkan ezgileri sonlandırmıştım. Gösterim herkes tarafından o kadar çok beğenilmişti ki, bu durum içimdeki kuşkuların yerini sonsuz bir özgüvene bırakmıştı.

"Yarışmanın galibi, hiç şüphesiz ben olacaktım!"  

Büyük bir keyifle, sonucun açıklanmasını beklemiş ama umduğum cevabı alamamıştım. Ne yazık ki bir kazanan yoktu. Kıyasıya süren mücadelemiz beraberlikle sonuçlanmıştı ve bu sonuç Apollon'u kızdırmıştı. Çünkü, yaşlı bir satyr tarafından yapılan basit bir müzik, onun eşsiz sanatıyla eşdeğer tutulamazdı. Bu yüzden Apollon bir teklifte bulundu: Beraberliği bozmak için, bu sefer enstrümanlarımızı tersten çalacaktık. Bu teklif alenen bir meydan okumaydı ve  ben bu durumda geri çekilemezdim. Hiç düşünmeden teklifi kabul ettim. Apollon, oldukça rahat bir şekilde, lirini tersten çalarak aynı gösteriyi tekrar sundu. Sıra bana geldiğinde, flütümü ters tutarak çalmaya başladım. İlk denemem başarısız olmuştu. Telaşla derin bir nefes alarak tekrar denedim çalmayı. Ses çıkmıyordu. Arka arkaya yaptığım tüm denemeler başarısızlıkla sonuçlanmıştı ve ben Apollon’un kurnazlık barındıran meydan okuması karşısında, ne yazık ki yenilmiştim. Yarışmaya gözcülük eden Phrygia kralı Midas, ne olursa olsun flütümün lirden daha güzel ses çıkardığını söylese de benim açımdan sonucu değiştirememişti. Üstelik bu hareketi, Apollon’un öfkesini kendi üstüne çekmesine sebep olmuştu. Apollon, Midas'ın müzikten zerre anlamadığını düşündüğü kulaklarını, eşek kulağına çevirerek onu cezalandırmıştı. Tabi cezaları sonlanmamıştı. Sırada yarışmanın mağlubu vardı. Öfkesi dinmeyen Apollon’un benim için de ilginç tasarıları vardı şüphesiz. Çünkü kazanan olarak, kaybedene istediğini yapabilme hakkına sahipti.

 "Hor görebilirdi, aşağılayabilirdi, sürgün edebilirdi ya da daha pek çok onur kırıcı ceza verebilirdi."

 Ama o bunların hiçbirini tercih etmedi. Müziğin tanrısıyla boy ölçüşebileceğini düşünen birinin, ibretlik bir cezası olmalıydı. Onun lirinden bile daha güzel bir sese sahip olan -sözde- flüte can veren o nefes, öylesine acılar çekerek tükenmeliydi ki, bir daha hiçbir canlı Apollon’un üstünlüğü karşısında şüpheye düşmemeli ve onunla yarışmaya cesaret etmemeliydi. Kısa bir sessizlik sonrası Apollon kararını açıkladı.

"Bir ağaca bağlanacaktım ve canlı canlı derim yüzülecekti."

Yeryüzündeki tüm sesler kesilmişti sanki. Kulağımda tek bir ses vardı:

"Derisi yüzülecek... Canlı canlı derisi yüzülecek."

Hakkımda verilen hükmün tesiriyle, olduğum yerde donakalmıştım. Bilincim hiç bilmediğim diyarlara yolculuğa çıkmıştı adeta. Kendime geldiğimde algılayabildiğim tek şey, bileklerime geçirilmiş bir iple, ağaca bağlanmış olmamdı. Anlık bir çabayla ağaca asılmış kollarımı indirmek istedim, ama bağlı olduğum ip öylesine sıkı düğümlenmişti ki, debelenip durmam bileklerimi kırmaktan başka bir şeye yaramayacaktı. Yalvaran gözlerle Apollon’a baktım. Böylesine basit bir müsabakanın, bu kadar ağır bir cezası olmamalıydı. O yüce bir tanrıydı. Zavallılığım karşısında, zalim davranacak kadar aciz olamazdı. Apollon’un öfkeli bakışlarında en ufak bir değişiklik olmadığını gördüğümde, yaşam serüveninde rolümün sonlanmak üzere olduğunu anladım. Biz ölümlüler için kaçınılmaz bir son bu, biliyorum.

"Ama yine de böyle sonlanmamalıydı."

Acısız olmalıydı ölüm. Bir bahar günü kadar huzurlu, bir nymphenin teninin kokusu kadar güzel olmalıydı. Ruhunu, şaraba lezzet katmak için veren bir üzüm kadar tatlı olmalıydı ölüm.

"Ama böyle olmamalıydı. Bu kadar acı çekerek olmamalıydı."

Öfkeli bir tanrının gazabından, daha ürkütücü bir şey yoktur. Ne olursa olsun dinmek bilmeyen o öfkeyle, yapılabilecek ne kadar korkunç şey varsa hepsini yaparlar, ama yine de rahatlayamazlar. Apollon’da öyleydi. Ben tükenip gitmeden öfkesi dinmeyecekti. Sunakta ölümünü bekleyen bir kurban gibi, asıldığım ağaçta infazımı bekliyordum ben de. Elinde bıçakla yaklaşmakta olan tanrının, hayvansı bir mutlulukla dolan yüzünü gördüğümde, kapatıyorum gözlerimi ve teslim oluyorum ölüme. İlk darbenin açtığı kesik başta acı vermiyor, ancak yırtılmaya başlayan derimden önce sızan, ardından coşkun bir dere gibi akmaya başlayan kanımla birlikte, sadece kesilen yerim değil tüm bedenim sancıyor adeta. Bağırmamak için dudaklarımı sıkıyorum.

"Bir darbe daha…"

İleri geri hareket eden bıçak, hırsla derimi bedenimden ayırmaya çalışırken, vücudum nöbet geçiren hastalar gibi titriyor. Bedenimden süzülen kanın, ayaklarımın çevresinde birikintiye sebep olduğunu hissediyorum.

"Hepsinden sert, bir darbe daha…"

Toyluğundan kurtulan bıçak daha seri hareket etmeye başlıyor ve derim hiçbir zaman bana ait olmamış gibi usulca süzülmeye başlıyor bedenimden. Sesim mühürlü dudaklarımın ardında değil artık. Acı, sesimde can buluyor. Acı, çığlıklarımda kaçış yolu buluyor. Attığım her çığlıkta, öfkeli celladım hırsla tatmin olmuş hırıltılar çıkarırken, ben ruhuyla vedalaşan  bedenimin, ölümü sayıklayan hırıltılarıyla çaresizce çırpınıyorum.

"Usulca gelen son darbe ve çırpınışları son bulan bir beden..."
"Bitti işte!"

Ceza bitti, kızgınlık bitti; ama yaşam bitmedi. Kanla örtülmüş bedenimi, ağır ağır yüzülerek toprağa düşmüş derimi ve acı çığlıklarımın yankısını ardımda bıraktığımda, yarattığı manzaranın dehşetine kapılan Apollon'un pişmanlığı, başka bir var oluşa sürüklüyor beni. Böylece zalim bir işkence sonucu, acı çekerek bedenimi terk etmek zorunda kalan ruhum, bir ırmakta yeniden can buluyor. Ve sesim Çine Çayı'nın derinliklerinde aksediyor.

"Duyuyor musunuz?"

Kulak verip dinleyin sesimi. Flütümden çıkan ezgileri duyun önce ve kalbime dolan mutluluğumu hissedin. Ardından, yüreğimin derinliklerinden kopup gelen çığlıklarımı duyun ve yaşadığım korkunç acıyı hissedin.

"Beni, Çine Çayı'nda yaşayan Marsyas'ı hissedin!" 

Yazan : Şükran Koraltan