Prof. Dr. Mehmet Akif ERDOĞRU

Karaburun, on altıncı yüzyılda, Karaburun Yarımadası'na ismini veren bir İslam köyünün adıdır. 1571 tarihli bir Osmanlı arşiv belgesinde ‘Çeşme kazasına tabi Karaburun nam karyeden (köy) İslam b. İsa nam reis…’ ibaresi geçer. Bu köyün yerini tespit etmek zor görünüyor. Zira bu köy zamanla terkedilmiş ve sadece ismi kalmıştır. Tüm yarımada, Osmanlı yazışmalarında, bu köyün ismiyle anılmaya başlamıştır. Anadolu ve Balkanlar'da ‘Karaburun’ sözcüğüne sıkça rastlanır. Örneğin, Bayezit’e bağlı bir köyün ismi Karaburun’dur. Yine Terkos’a bağlı bir köyün ismi de Karaburun’dur. Adana Yüregir’de bir mezranın ismi Karaburun adını taşır. Çankırı’ya bağlı bir köyün ismi de Karaburun’dur. Balkanlar'da Eski Zağra’nın köylerinden birinin ismi de Karaburun’dur. Selanik’in istihkâmlarından birinin ismi Karaburun’dur. Çorum İskilip’te de bu isimde bir köy bulunur. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Karaburun sözcüğünün Maraş Yörükleri'nden olan Karaburunlu cemaatinden kaynaklanıp kaynaklanmadığı da belirsizdir. Bununla beraber, Karaburun ismi, zamanla, Osmanlı idaresinde, Sığla (Suğla, Sığala, Suvla) sancağı (İzmir ve çevresi) içinde Çeşme ile Urla arasında uzanan yarımadanın genel adı olmuştur. Bu ismin Türkler tarafından verildiği açıktır. Zira Türkler'de ( Müslüman veya Yörük anlamında) Akburun ve Bozburun gibi renklere dayalı isimlendirmeler Anadolu ve Balkanlar'da epeyce yaygındır. Sakız ile Karaburun arasındaki boğaz da Karaburun Boğazı olarak isimlendirilmiştir. Osmanlı arşiv belgelerinde ‘Karaburun kazası, Karaburun muhafızlığı, Karaburun kadılığı, Karaburun kaymakamlığı ve Karaburun ilçesi’ gibi isimlendirmelere rastlanır. Karaburun köyü terkedildikten sonra, yarımadanın idari merkezinin neresi olacağı konusu zaman içinde farklılık gösterir. 1901 tarihli bir belgede, Karaburun Yarımadası'nın İzmir’e uzak olmasından dolayı köylülerin İzmir’e kolayca gelemediklerinden ve dolayısıyla resmi işlerini yapamadıklarından söz edilir. ‘Merkez vilayete merbut Nif (Kemalpaşa) ve Karaburun nahiyelerini teşkil eden kuradan (köylerden) ekseri İzmir’e on altı on sekiz saat kadar mesafat-ı baidede bulunduğu için ahali hususȃt-ı resmiyelerini tesviyede duçar-ı müşkilat olup…. Birkaç nahiyeye taksim edilse…’.

Temel sorun, İzmir’e olan uzaklığıdır. 1898 tarihli başka bir belgede ‘merkez vilayete (İzmir) merbut Karaburun nahiyesinin İzmir’e uzak olması ve sair ve şeraiti-i nakliye dahi bulunamaması hasebiyle nahiye-i mezkureye sandık emini tayin…’ cümlesi geçer. Kısacası nahiye müdürleri bile buraya gitmek istemezler. 1913 yılında Karaburun kazası merkezi Mordoğan köyüne nakledilmiştir. Karaburun ahalisinin isteği üzerine burası üçüncü sınıftan bir nahiye yapılmıştır. Bu karayolu meselesinin, İzmir ile karayoluyla bağlantı meselesinin 1937 yılına kadar devam ettiği anlaşılmaktadır. İzmir-Karaburun karayolunun 1937 yılında bile tamamlanamadığı görülür. Karayolu yerine, Karaburun ile İzmir arasındaki ulaşım, İzmir’den kalkan gemilerle yapılmıştır. Osmanlı devrinde yol sorunun tamamen çözülemediği açıktır. Cumhuriyet rejimi, Karaburun’un yol sorununu bir ölçüde çözmüştür. Nitekim Osmanlı arşiv belgelerinde Cumhuriyet’e kadar yarımadada henüz doğru dürüst karayolu ağı olmadığı fark ediliyor. Bu devirlerde en önemli taşıma aracı olarak halkın deve kullandığı görülüyor Bu nedenle Osmanlı devleti, Avusturya ve Rusya’ya karşı açtığı savaşlarda, bu bölgeden sürekli deve talebinde bulunmuştur. Hatta deve temin edemeyen Karaburun köylülerinin deve yerine, bunun nakti bedelini ödemeleri gerektiğini ifade etmiştir. Kuşkusuz o yıllarda deve sadece Karaburun Yarımadası için önemli bir taşıma aracı değil, aynı zamanda Çeşme ve Seferihisar da dâhil olmak üzere tüm Batı Anadolu’da önemli askeri bir hayvandı.

Osmanlı devrinde bu yarımadada kent hüviyetini gösteren bir yerleşim yeri mevcut olmamıştır. Bu nedenle bölgenin merkezi veya merkez köyü ise zaman içinde farklı yerler olmuştur. 1662 tarihli bir Osmanlı arşiv belgesinde, Balıklağu (Balıklıova), Bozyaka, Ovacık, Eymirdoğan (Tanzimat’tan sonra Osmanlı resmi yazışmalarında Mordoğan olarak yazılacaktır), Saib, Ahırlı, Hisarcık, Boz, Bozburun, Boynak, Tepeboz, Selman, Küçükbahçe, Reis, Yaylak, Manastır, Seki, Aynacık, İnehoca, Anbarseki, Geçmiş, Çullu ve Bozburun köylerinin bulunduğu coğrafi alan Karaburun kazası olarak adlandırılmıştır. Başka bir belgeye göre, Ahırlı köyü Karaburun Yarımadası'nın merkezi yapılmıştır. Hatta telgraf hattı, 1912 yılında, Urla ile Ahırlı köyü arasında çekilmiştir.

NÜFUS YAPISI

İlginç bir şekilde, Tanzimat’ın ilanından sonra bile, Karaburun köylerinde gayrimüslim nüfusa rastlanmaz. Hâlbuki Çeşme, Urla ve Seferihisar’ın hem kent merkezlerinde on beş ve on altıncı yüzyıllardan beri Ortodoks Rumlar (Gebr) mevcut olmuştur. Kuşkusuz bu durum, erken bir tarihte, muhtemelen Aydınoğulları devrinden beri, yarımadanın Yörük/Türkmen cemaatleri tarafından iskân edilmiş olmasıyla doğrudan ilgilidir. Karaburun Yarımadası'nda bugün Rum/ Yunan köyü olduğu ifade edilen kimi köylerin isimlerinin Osmanlı kayıtlarında geçmemesi de ilginçtir. Ancak, Çanakkale Harpleri ve Kurtuluş Savaşı belgelerinde ‘Karaburun Rumlarından’ söz edilir. Bunlar eski İslam köylerine bir şekilde yerleşmiş olan Ortodoks Rumlardır. Seferberlikte (1915), Çanakkale Harpleri öncesinde, Rumların iddiasına göre, Çeşme ve Karaburun Rumları yerlerinden atılmıştır. Bunların çoğu Sakız’a göç etmişlerdir. 21 Mayıs 1330 (3 Haziran 1914) tarihli bir belgeye göre ‘Osmanlı hükümetinin Çeşme ve Karaburun köylerine karşı böyle bir kararı almadığı, hatta İzmir Karşıyaka Metropoliti ve itibarlı kişilerden oluşan bir heyetin, Osmanlı askerleriyle beraber, Urla, Çeşme ve Karaburun’u ‘nasiha heyeti’ sıfatıyla ziyaret ettiklerinden ama Rumlar'ın Sakız’a göçünün engellenemediğinden söz edilmektedir. Neticede, Osmanlı devletinin tedbiriyle bu bölgelerden çıkarılan Rumlar, Yunan işgaliyle, geri köylerine döndürülmüştür. Yunan kuvvetleri, yarımadayı işgal ettiklerinde Rumlar, Yunan askerleriyle iş birliği yapmışlar, Yunan kuvvetleri kovulunca onlar da yarımadayı terk etmek zorunda kalmışlardır. Karaburun Rumları Mübadeleye tabi tutulmuş, onların bıraktıkları bağlar, muhacirlere verilmiştir. 1926’da birkaç Giritli ve Sakızlı mübadilin Karaburun köylerinde iskân edildikleri görülür. 1934 tarihli Atatürk tarafından imzalanmış bir belgeye göre, Rumlar'ın Karaburun’da terk ettikleri araziler köylülere dağıtılmış, ancak köylüler bu arazileri işletecek maddi güce sahip olamamışlar ve devlet de bu arazileri ‘pazarlıkla’ ihya edeceklere satmıştır. Bedeller de ‘Rum malları hesabına’ bankaya yatırılmıştır. Aslında Karaburun Rumları'nın tarımda, özelikle bağ tarımında mahir oldukları anlaşılıyor. Bunların bir kısmı, Karaburun’da tarım arazisi olmadığı için Foça’ya gitmişler, oralarda buldukları arazileri ‘ortakçılık’ usulüyle ekmişlerdir. Gülbahçe Çiftliği'nin, sarraf Mısırlıoğlu Hoca Bedros isimli bir Ermeni’ye ait olduğunu da belirtelim. Karaburun bağları, kış şiddetli geçtiği zamanlarda donuyor ve üzüm alınamıyordu. Nitekim yarımadanın bu doğal halinin Demokrat Parti devrine kadar devam ettiği açıkça ifade edilir. 9 Mart 1956 tarihli Karaburun ve Köyleri Kalkındırma Derneği Başkanı H. Nejat Pala ile sekreter Selman Rıza Kınca’nın Başbakan Adnan Menderes’e gönderdikleri bir mektupta. ‘buralara medeniyet eli değmediğinden, üzüm, yabani domuz ve zeytinyağı ile dolu olduğundan’ söz edilerek, kendisiyle görüşme talebinde bulunulmuştur. Dernek üyelerinin Başbakan Menderes ile görüşüp sorunlarını aktarıp aktarmadıklarını bilmiyorum ama en azından 1956 yılında bile yarımada hala Anadolu’ya kapalıydı. Balıklıova’nın 1934’te Karaburun’dan alınarak Urla’ya bağlandığını da belirtelim.

1844 tarihli resmi bir nüfus sayımına göre Karaburun halkının çoğu çiftçi (rençber) ve değirmenci (yel değirmeni) olmak üzere Mordoğan, Ahırlı, Anbarseki, Saib, Tepeboz, Sarnıçcık, Selman, Hisarcık, Küçükbahçe, İnehoca ve Aynacık (İnecik) köylerinin nüfusu tamamen Müslümanlar'dan oluşuyordu. Zamanla Küçükbahçe, Kösederesi, Aynacık köylerine Rumlar da yerleştiler ve bu köyler ile yeni kurulan Kara Reis Çiftliği ‘karma yerler’ haline geldi. Osmanlı arşiv belgelerinde İnehoca köyünün ismi bazen Esenhoca şeklinde de yazılmıştır. Yukarıda isimlerini belirttiğim köylerin yanı sıra, Boynak, Sazak, Hasbeyi, Balıklova (Balıklağu, balık tuzaklarının olduğu yer anlamında) köyleri de Karaburun coğrafyasından sayılmıştır. İki farklı Mordoğan köyünün olduğunu da belirtelim. Biri Büyük Mordoğan (Mordoğan-ı kebir), diğeri de Küçük Mordoğan (Mordoğan-ı sağir). Ayrıca, bu köyün isminin Osmanlı kâtipleri tarafından Arabi harflerle farklı ve yanlış yazılması (mim, re, zı, gayın, elif ve nun), köy isminin yanlış okunmasına da yol açmıştır. On dokuzuncu yüzyıl sonlarına kadar bölgenin nüfusu sadece yerleşik Müslümanlar (köylü Türkler) ile Yörükler'den ibarettir. Boynak ve Çullu gibi köy isimleri, aslında Yörük aşiretlerinin isimleridir. Karaburun köylerinde zamanla Boşnaklar da iskân edilmiştir. 1917 tarihli bir belge, Karaburun Yarımadası'nda Boşnaklar ile eşkıyalar arasında silahlı çatışmaların olduğuna dair bilgiler içerir. Yine bu köylerde tek tük Çerkez ailelerin yerleştirildiğine dair de belgeler mevcuttur. Ancak bu yarımadada müstakil bir muhacir veya mübadil yerleşimine rastlanmaz. Yine 1915 tarihli bir belgede Sırbistan Müslümanları'nın (Kosova’nın Taşlıca köyünden olan Müslümanlar) Karaburun’da iskân edildikleri, Osmanlı devletinin kendilerine ev, arazi ve hayvanat tahsis ettiği ifade edilir. Bu ailelerin sayıları üç-beş hane civarındadır. Bütün bunlardan çıkan sonuç, Karaburun köylerinin tarihsel nüfus yapısının, Yunan işgaline, mübadele ve muhacerete rağmen, son yüzyıllarda değişmediğidir. Bu kurum kuşkusuz fiziki coğrafyasıyla ve kamu güvenliğinin olmamasıyla ilgilidir.

Aslında Karaburun Yarımadası'nda Osmanlı merkezi idaresinin tam tesis edilemediği anlaşılıyor. Zira eşkıyalık, bölgenin her zaman temel sorunlarından biri oldu. Örneğin 1707 yılında Sığla mütesellimi (valisi) Ali Ağa, yanına Gâvur Ahmet isimli bir eşkıyayı alarak, Karaburun’un tüm İslam köylerini basmış, köylülere epeyce zarar vermişti. Bu belgeden anlaşılıyor ki, bölgenin valisi bile, etrafına eşkıya ve adam toplayarak bu bölgeye giriyor. Karaburun Yarımadası'nda kentleşmenin olmayışı, İzmir, Urla, Seferihisar ve Çeşme gibi kent merkezlerinden uzak kalmasıyla ilgilidir. Yine Osmanlı belgelerinde 1709 yılında Dev Ali isimli bir kişinin, bu bölgede eşkıyalık yaptığı ifade edilmektedir. Yarımada, genellikle, askeri bir bölge ve ‘doğal av alanı’ olarak görülmüştür. İzmir’de oturan yabancı devletlerin diplomatik temsilcilerinin Karaburun Yarımadası'na ava gittikleri görülür.

OSMANLI DEVRİNDE İSLAM ESERLERİ

Osmanlılar devrinde Karaburun Yarımadası'nın İslam eserleri açısından zengin bir bölge olmadığı anlaşılıyor. Sadece köy camileri ile mescitlere rastlanır. İslam vakıfları açısından da zengin değildir. Arşiv belgelerinde hem Hristiyan eserleri bakımından hem de doğal kaynaklar bakımından da zengin görünmez. Küçük Emirdoğan köyünde, 1826’da Ayşe Hatun'un yaptırdığı bir camiden söz edilir. Bunun nedeni, Abdullah Paşa (1728) ve Mustafa Paşa (1701) gibi Karaburun Yarımadası'ndaki devlete ait gelirleri tasarruf eden Osmanlı valilerinin halka yönelik yatırım yapmamasıdır. Levantenler de Tepecik, Çullu, Mordoğan köylerinde cıva ve demir madeni keşfetmelerine rağmen, bölgede yatırım yapmamışlardır.

YUNAN MEZALİMİ

Yunan işgal kuvvetlerinin, yerli Rumlarla özellikle Güzelbahçe Rumları'yla iş birliği yaparak, işgal esnasında, Karaburun’un yerli Müslümanlarına zulmettiklerine dair, arşivlerimizde epeyce rapor bulunmaktadır. Bu raporlar, ya köy imam veya muhtarları, ya da Karaburun’da görevli Osmanlı askeri personelleri tarafından düzenlenmiştir. Hatta yarımadanın Yunan işgalinden kurtarılmasından sonra, buradaki Yunan mezalimini tespit etmek amacıyla ayrıca askeri personellerin görevlendirildiği anlaşılıyor.