Menderes Hükumeti ülkeyi, son iki yıldır, kafasına göre yönetiyordu artık.

Takvimler 1 Mayıs 1959'u gösteriyordu. Siyasete uzanan kirli eller Uşak'ta İnönü'ye taşlı-sopalı saldırıda bulunmuş, yaralanmasına sebep olmuştu. Daha üç gün bile geçmeden bu kez, CHP liderini karşılamaya giden bir grup, İstanbul Topkapı'da DP'nin siyasi milisleri tarafından saldırıya uğramış, halkı linçten askeri birlikler kurtarmıştı.

DP Hükumeti bu arada sözüm ona 'Vatan Cephesi'ni kurarak üye olanların isimlerini radyodan anons etmeye ve böylece halkın kalbine girerek, duygu okşaması yapmaya başlamıştı.

1960'ın Nisan ayına gelindiğinde ise TBMM'de bir başka garabet yaşanıyordu. Yargının tüm yetkilerine sahip ve tamamı Demokrat Partililer'den oluşan “Tahkikat Komisyonu” kurulmuştu. 15 üyeden oluşan bu komisyonun ilk icraatı İnönü'nün Meclis konuşmalarına sansür koymak ve halkın bilgilenme hakkını engelemekti.

Türk Milli Talebe Birliği, İTÜ, İÜ Talebe Cemiyetleri ve bir grup öğrenci (Kastro Nuri liderliğinde) tüm özel ve devlet yurtlarını dolaşarak, Tahkikat Komisyonu'na protesto mitingi yapılacağını duyurmuş, bu arada İsmet Paşa'nın meclis konuşmaları da teksir edilerek herkese dağıtılmıştı.

28 Nisan sabahı İÜ Bahçesi’nde toplanmaya başlamıştı öğrenciler. Atatürk devrimcisi, ulusal bağımsızlık sevdalısı Cumhuriyet çocuğuydu hepsi..

“Biz demokratik hak ve özgürlükleri gasp edilenlerin yanındayız” diyorlardı..

Dayanışmanın yarattığı sinerji ile daha güçlü çıkıyordu sesleri. Ancak polis şiddeti ile karşılaştılar. Karşılık veren öğrenciler coplanıyor, yerlerde sürükleniyordu.

Bir grup polis iyice azıtmıştı işi. İÜ Rektörü Ord. Prof. Sıddık Sami Onar tartaklanmış, Sirkeci Karakolu’na götürülmüş, kanlı gömleği değiştirilerek, öğrencilerinin dağılması çağrısını yapmasını istemiş, ancak Rektör bu teklifi reddederek, gömleğini değiştirmeden, kerhen öğrencilere “Dağılın arkadaşlar” demişti..

Bu arada Turan Emeksiz öldürülmüş, Hüseyin Onur gibi pek çok öğrenci yaralanmıştı.

Üniversite bahçesi, o gün bahçe değil, sanki pıtrak tarlasıydı. Çil yavrusu gibi kaçışanlardan bir grup kapıya, bir bölümü de bahçe duvarına yönelmişti.

Aralarında bir genç vardı ki, o da nasibini almıştı cop darbelerinden. Tabana kuvvet kaçıyordu duvara doğru. Bir sıçrayışta çıktı duvarın üstüne. Öbür tarafa tam atlamak üzereydi ki, koşarak gelen bir kızın cılız sesini duydu:

“Ne olur beni de çek…”

Döndü, aşağı baktı. Kendini sağlama aldı. Uzattı iki elini. Dirseklerinden kavradı ve bir hamlede çekti yanına hiç tanımadığı kızı.

Dava ortak, tavır adaletsizliğe isyan olunca kimlik pek de önemli değildi.

İşte o sırada gördü şakaklarından sızan kanı, kızın gözlerinden süzülen yaşı. İlk defa insanlığından utandı. Öfkesi, kınına sığmaz olmuştu. Yaşananları ve yaşatanları lanetledi. Duvarın öbür yanına önce kendisi indi, sonra ellerini merdiven yaparak kızı indirdi. Kızı o halde bırakamazdı. Tıp öğrencisi olduğu için kendini sorumlu hissetti. Mendilini çıkardı. Kanayan yaraya tampon yaptı. Sonra kızı Cerrahpaşa’nın acil servisine bıraktı.

“Gitmeliyim” der gibi baktı yüzüne ve o anda gördü kızın ıslak, yeşil gözlerini.

Burada yazımıza bi nokta koyalım ve dönelim yirmi yıl öncesine…

**

Yapıcı ustasıydı Pisili Memed (Mehmet). Yerkesikli Zühra (Zehra) ile evliydi.

Evliliklerinin ikinci yılında doğmuştu ilk çocukları. Adını Hallibiram (Halil İbrahim) koymuşlardı. Üç yıl sonra, ikincisi geliyordu.

“İnşallah kız olur” diyordu baba.

Doğum olmuş, ebe evden ayrılmıştı. Babaanne oğluna seslendi: “Memed gel gari…”

Baba heyecanla odaya girdi.

Duvardaki takvim 21.12.1939’u gösteriyordu.

Yer yatağındaki karısına “Geçmiş olsun” dedikten sonra kundaktaki bebeğe baktı, gülümsedi. Merak ediyordu; “Gız mı oldu?” diye sordu.

Cevap Gülsüm anadan geldi:

“Er oldu, errr” dedi. Biraz kızgın, biraz öfkeyle. Anasının “Er oldu…errr” cevabı kulaklarına yankılandı. Zaten askerde bölük komutanının adı da Erol’du. Kararını verdi. Adı Erol oldu.

***

Emir Sait çıkmazındaki ahşap evde zaman su gibi akıp geçiyordu. Erol altı, abisi dokuz yaşına basmıştı. O yıllarda salgına, hastalığa karşı aşılanan çocuklar başını kurtarıyor, büyüyüp gidiyordu.

Ne yazık ki Hallibiram o kadar şanslı değildi. Devlet Hastanesi’nde aşı kalmamıştı.

Ölüm O’nu zatürree ile yakaladı, aldı götürdü.

***

Ağız tadıyla bi “Abi” bile diyemeyen Erol’un yalnızlığı fazla uzun sürmedi. İlkokul ikideydi. Yapıcı Memed’in isteği 1948’de gerçekleşti. İki erkekten sonra nihayet kız babası olmuştu.

Babaanne Gülsüm ile anneanne Nazife’nin ilk heceleri birleştirildi. Gülnaz oldu adı…

***

İlkokuldan sonra Ortaokulu da bitiren Erol için Muğla’da eğitim olanağı bitmişti. Çünkü henüz ilde lise yoktu. Arkadaşlarından bazıları başka illere giderken, yeni açılacak olan liseyi beklemeye karar verdi. O yıllarda ortaokulu bitirenlere vekil öğretmenlik hakkı veriliyordu. Milli Eğitim’e başvurdu. Koca Mustafendi İlkokulu’nda öğretmenliğe başladı. Bir yandan para kazanıyor, fırsat buldukça da futbol oynuyordu. Bir yıl sonra Turgut Reis Lisesi’ne kayıt yaptırdı. Yılmaz Spor’un da lisanslı futbolcusu olmuştu. Hem okuyor hem oynuyordu. Atatürk’ün tarif ettiği sporcu tiplerindendi. Yani zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklıydı. Üç yıl boyunca oynadığı futbol takdir toplamış, bazı kulüplerin transfer radarına bile girmişti. Ama o, okumayı koymuştu kafasına.

***

O yıllarda Muğla İzmir arası otobüsle altı saatti. Varın Muğla’dan İstanbul’u siz hesabedin. Ne olursa olsun gitmeliydi, okumak için gözünü kararttı, çıktı yola. İstanbul’da birkaç üniversitenin sınavına girdi. Döndü Muğla’ya beklemeye başladı. Postacı gün aşırı mektup getiriyordu eve. Hemen hemen hepsinde “kazandınız” yazıyordu. Kesin kararını verdi. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni tercih etti.

İstanbul’da Kuzeni Turgut Şeker ile birlikte kiraladıkları bir evde yaşamaya başladı. İlk yıl okul ve çevreyi tanımakla geçti. İkinci yıl kendini toplumsal olayların içinde buldu

29 Nisan’da İÜ Bahçesi’nde toplanan öğrenciler bu kez çok kararlıydı.

“Olur mu? Böyle olur mu? Kardeş kardeşi vurur mu?, Kahrolası diktatörler, bu dünya size kalır mı?” Sloganı atarak sabahlayacaklardı ki; gecenin ilerleyen saatlerinde komutanın emri duyuldu: “Herkesi araçlara bindirin!…”

Yakaladıklarını askeri araçlara bindirdiler. Davut Paşa Kışlası’nda toplanan binlerce öğrenciyi

Aynı kışlada tutmak mümkün olmayınca başka birliklere taksim ettiler. 27 Mayıs sabahı Türkeş’in bildirisi okundu radyodan. Ordu idareyi ele almıştı. Org. Cemal Gürsel’in, “Tutuklu bütün öğrenciler, serbest bırakılsın” talimatıyla da 27 günlük esaretleri sona ermişti.

Askeri müdahalenin ardından sıkıyönetim ilan edilmiş, herkes evine kapanmıştı. Sokaktaki asayişi asker sağlıyordu. Bu arada sular durulmuş, hayat normale dönmeye başlamıştı.

Bir sabah kapı çalındı.

Postacıydı kapıyı çalan. Elinde bir zarf vardı. Erol’un yüreği hopladı. Eline uzatılan zarfı aldı. Bir garipti zarf. Mektup değildi ama neydi?

Zarfı açtı. İçinden kendi mendili çıktı. Hani o tanımadığı kızın başına tampon yaptığı mendil.

Bir de küçük bir not iliştirilmişti: “Teşekkür ederim…”

Hafızasını tazeledi, o günkü kaçışı yeniden yaşadı.

Ama bu kız kimdi?

***

Üniversite bahçesinde yaşanan olaylardan, Askeri Kışla’da geçen esaret günlerinden sonra değişmeye başladı Erol’un davranışları. Yalnız kalmak istiyordu. Yorgundu, durgundu. Hava değişimine gitti Muğla’ya. Orada da bir gariplik olduğu belli, gözlerden kaçmıyordu. Gözlerindeki ışık, tavrındaki canlılık yok olmuştu. Ana-baba yüreği durur mu? Atladılar otobüse, gittiler İstanbul’a. Okuldaki hocalarıyla görüştüler.

Belirtiler ciddiydi. Psikololojik sorunları olduğunu söylediler. Yatırdılar Cerrahpaşa’da Psikiyatri Servisi’ne. İki ay hastanede kalan Erol’a “Manik depresif paranoya” teşhisi kondu. İlaçları yazıldı, Muğla’ya döndüler.

Muğla küçük yerdi. Duyulmuştu Erol’un rahatsızlığı. Gıpta ile bakılan, çocuklarına örnek alınan bu genç adam için herkes seferber olmuştu. Yılmaz Spor Kulübü bile bir özel maçta formasını giydirip maça çıkarmıştı Erol’u. Ama oyuna bir türlü konsantre olamıyordu. Bu arada, tütüne de alışmıştı. Oysa nefret ederdi tütünden, sigara içenlerden. Ara vermeden ardı ardına ekliyordu. İzmariti bile tırnaklarıyla tutup, sigarayı son zerresine kadar tüketiyordu.

Kullandığı ilaçlar sayılıydı. Bitmişti. Yenilerini yazdırmak ve muayene ettirmek için babası tekrar İstanbul’a götürdü. Psikiyatri doktorları bu kez Erol’u Bakırköy’e yönlendirdi. Oysa doktor olmaya gitmişti oğlu. Gözü arkada, gözyaşlarıyla Muğla’ya döndü. Haber geldi, gitti çıkardı hastaneden, ilacı bitti tekrar götürdü. Manisa’da da tedavi edildi ama nafile. Eski Erol’dan eser yoktu artık. Yemeden, içmeden kesilmiş, bir deri bir kemik kalmıştı.

***

Tarih 23 Temmuz 1973’ü gösteriyordu. Sıcak bir yayla (Karabağlar yaylası) günüydü. O gün Erol’a bir canlılık (!) gelmiş, hiç gülmeyen yüzünde tebessüm oluşmuştu. Tek eliyle tulumbadan su çeken babasına yardım etmiş, testiyi bile doldurmuştu. Kendine de bir bardak su aldı, merdivenden çıkarak odasına çıktı. Babası kirbette şekerleme (!) yapıyor, annesi evin arka bölümünde yemek pişiriyordu. Bir zaman sonra sofra hazırlandı, baba uyandı. Erol’a seslendi annesi. Gelirdi hemen ama gelmedi, cevap da vermedi. Meraklanmıştı. Oğlunun yattığı odaya girdi. Sırtüstü yatıyordu. Gözleri yarı kapalıydı. Başucuna diz çöktü. Saçlarını okşadı. “Hadi benim bahtsız oğlum kalk” dedi.

Başını annesine çevirdi. Yarı aralık gözleriyle baktı. Sonra gözlerini bir daha açmamak üzere yumdu. Yayla semalarında bir ananın yanık feryadı yankılandı! Yaşadığı hayatın yükü, zayıflayan kalbine ağır gelmişti. Hayat O’na bir rol biçmiş, rolünün gereğini yapmış ve son sahnesinde hayata veda etmişti.

Öldüğünde elinde o hiç tanımadığı kızın postayla gönderdiği kendi mendili vardı. Kanlı mendili 13 yıl nasıl ve niçin saklamıştı? Bu sorunun cevabını kimse öğrenemedi. Güzel bir gelecek hayal ederken, aslında Erol yaşarken ölmüştü.

***

Şimdi, Gülnaz’a ne oldu? dediğinizi duyar gibiyim. Anlatayım.

Abisine o kahrolası teşhis konduğunda ilkokulu bitirmiş, ortaokula başlamıştı. Öğretmen olmaktı arzusu. Muğla Öğretmen Okulu’na kayıt yaptırdı. Üç yıl sonra diplomasını aldı. Ataması yapıldı. İlk görev yeri Deniz Ovası Köyü İlkokulu idi. 19’una basmış alımlı ve güzel bir öğretmendi artık. Talipleri çıkıyor, ailesine görücüler geliyordu. Abisi, yaşadığı travmadan dolayı olsa gerek üniformalıları hiç sevmezdi. Ama Gülnaz’ın alnına bir subay yazılmıştı. Evlendiler. Eşi üniformalıydı ama genellikle sivil dolaşırdı. Kaçınırdı abisi ile aynı ortamda bulunmaktan. İşleri istedikleri gibi gitmiş, mutluluklarına şansları da eşlik etmişti. Eşinin tayini çıkınca, önce Van’a, daha sonra Burdur’a gittiler. Kendisi de öğretmen olarak eşine eşlik etti. Abisinin ölüm haberi telefonla eşine verildi. Van nire, Muğla nireydi. İzmir’e o günlerde uçak da yok. Üstelik Gülnaz hamileydi. Kocası, yaşamı boyunca hep gurur duyduğu abisinin öldüğünü karısından gizledi. İki ay sonra doğum için Muğla’ya gittiklerinde öğrendi abisinin öldüğünü. Acılı aileyi minik Zühre’nin gelişi teselli etmişti.

Van’dan Burdur’a, oradan da İzmir’e çıkmıştı tayinleri. Aileyi Muğla’da tutan bir bağları kalmamıştı. Acı anılardan arınmaları gerekiyordu. Yanlarına almaya karar verdiler. İkinci çocukları Mehmet Erkan’ın doğumu İzmir’e göçü daha da zorunlu kılmıştı.

Zühra anne neyse de baba sıkılmaya başlamıştı. Apartman yaşamına bir türlü alışamadı. Daha fazla dayanamadı. Cenazesi Muğla’da defnedildi. Yalnız kalan annesinin odasında Erol’un siyah-beyaz fotoğrafı vardı. Yattığı yerden ona bakar, uyurken oğluyla uyur, gözünü açtığında oğlunun fotoğrafıyla uyanırdı. Birkaç yıl sonra annesini de kaybetti. O da Muğla’da toprağa verildi.

Şimdi İzmir Poligon’daki evlerinde, mutlu bir yaşam süren Gülnaz Öğretmen sol yanındaki derin yarayı, eşi ve çocuklarıyla unutmaya çalışıyor…