Takvim yaprakları 24 Eylül 1996'yı gösterdiğinde, Türkiye, tarihinin en büyük sanatçılarından birini, en beklemediği anda ve en sembolik yerde kaybedeceğinden habersizdi. Yıllardır Bodrum'daki köşesinde inzivaya çekilmiş, sağlık sorunlarıyla mücadele eden ve kameralardan uzak bir yaşam süren Zeki Müren, uzun bir aradan sonra ilk kez canlı bir yayın için İzmir'e gelmişti. Heyecanı, çocuksu bir mutlulukla yüzüne yansıyordu. TRT İzmir Televizyonu, "Zirvedekiler" adlı özel bir programla Sanat Güneşi'ni onurlandıracaktı. Stüdyo, onu yeniden görecek olmanın coşkusuyla doluydu. Ancak kimse, bu coşkunun dakikalar içinde ülkeyi yasa boğacak derin bir hüzne dönüşeceğini tahmin edemezdi. O gece, Zeki Müren için hazırlanan sahne, onun hem son durağı hem de ebediyete uğurlandığı yer olacaktı. Sanat Güneşi, tam 29 yıl önce bugün, yine bir sahne ışığının altında, elinde çok sevdiği mikrofonuyla hayata veda etti ve arkasında milyonlarca seveni ile doldurulamaz bir boşluk bıraktı.
"Halkımı özledim, beni bekliyorlar"
Zeki Müren için o gün, bir yeniden doğuş gibiydi. Uzun süredir mücadele ettiği kalp rahatsızlığı ve diyabet, onu çok sevdiği sahneden ve dinleyicilerinden uzak tutmuştu. Bodrum'daki evinde, adeta bir münzevi hayatı yaşıyor, resim yapıyor, tasarımlarıyla ilgileniyor ve gözlerden uzak kalmayı tercih ediyordu. Ancak TRT'den gelen bu özel program teklifi, içindeki sahne ateşini yeniden alevlendirmişti. Yıllar sonra ilk kez halkının karşısına canlı yayında çıkacaktı. Bu fikir bile onu haftalar öncesinden heyecanlandırmaya yetmişti. Hazırlıklar titizlikle yapıldı. O gün için özel olarak tasarlattığı kostümü, makyajı, saçları... Her detayın kusursuz olmasını istiyordu, tıpkı sanat hayatı boyunca yaptığı gibi.
İzmir'e vardığında oldukça yorgun ama bir o kadar da mutluydu. Yakın çevresi, kilosunun ve sağlık durumunun bu yolculuk ve canlı yayın temposu için riskli olduğunu defalarca dile getirmişti. Ancak Sanat Güneşi, "Halkımı özledim, beni bekliyorlar" diyerek tüm endişeleri bir kenara itmişti. TRT İzmir stüdyosuna girdiğinde, etrafını saran ilgi ve sevgi seli onu daha da motive etti. Çalışanlar, sanatçı dostları, herkes onun etrafında pervane olmuştu. Programın sunucusu, o dönemin tanınmış simalarından biriydi ve stüdyoda Ajda Pekkan, Muazzez Ersoy gibi değerli isimler de bulunuyordu. Atmosfer, bir kutlama havasındaydı. Zeki Müren, kuliste son hazırlıklarını yaparken sürekli şakalar yapıyor, etrafına neşe saçıyordu. Ancak bu neşeli maskenin ardında, uzun süren hareketsizliğin ve hastalığın getirdiği fiziksel bir zorlanma da gözlerden kaçmıyordu. Zor hareket ediyor, sık sık dinlenme ihtiyacı hissediyordu. Yine de kimse en kötüsünü aklına getirmiyordu. Onun için hazırlanan koltuğa oturduğunda, yüzünde yılların hasretini bitirecek olmanın verdiği o tatlı tebessüm vardı. Milyonlarca izleyici, ekran başında Sanat Güneşi'nin o büyülü sesini ve eşsiz sohbetini yeniden duyacak olmanın sabırsızlığı içindeydi. Oysa kader, o gece için bambaşka ve çok acı bir senaryo yazmıştı.
"Kendimi iyi hissetmiyorum"
Canlı yayın başladığında stüdyodaki heyecan doruktaydı. Zeki Müren, o kendine has zarafeti ve mükemmel Türkçesiyle sevenlerini selamladı. Sohbet ilerlerken, program ekibi Müren'e büyük bir sürpriz hazırlamıştı. TRT yetkilileri, onun sanat hayatında çok özel bir yere sahip olan, 1951 yılında Ankara Radyosu'nda ilk kez şarkı söylediği o tarihi mikrofonu hediye olarak takdim etmek için sahneye getirdi. Bu jest, Zeki Müren'i inanılmaz derecede duygulandırdı. Gözleri doldu, sesi titredi. O mikrofon, onun için sadece bir alet değil, sanat yolculuğunun başlangıcını, ilk heyecanını, hayallerini simgeliyordu. Mikrofonu eline aldığında, "Benim ilk göz ağrım," diyebildi sadece. O an yaşadığı yoğun duygu patlaması, zaten yorgun olan kalbine ağır gelmişti.
Hediyeyi aldıktan birkaç dakika sonra aniden fenalaştı. "Kendimi iyi hissetmiyorum" diyerek yanındakilerden yardım istedi. O anda stüdyoda zaman durdu. Canlı yayın anında kesildi, ekranlar karardı. O neşeli, coşkulu hava bir anda yerini derin bir paniğe ve endişeye bıraktı. İlk müdahale hemen orada, stüdyoda yapıldı. Doktor olan konuklar ve çağrılan sağlık ekipleri, Zeki Müren'i hayata döndürmek için dakikalarca kalp masajı yaptı. Ancak tüm çabalar sonuçsuz kalıyordu. Apar topar Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ne kaldırıldı. Ancak hastaneye ulaştığında artık çok geçti. Sanat Güneşi, çok sevdiği sahnenin ışıkları altında, sanat hayatının başlangıcını simgeleyen mikrofonu kucağındayken geçirdiği kalp krizi sonucu hayata gözlerini yummuştu. Acı haber, önce stüdyodakileri, ardından tüm Türkiye'yi bir şok dalgası gibi sardı. Televizyonlar alt yazı geçiyor, radyolar programlarını keserek bu inanılmaz vefat haberini duyuruyordu. Milyonların "Paşa"sı, "Sanat Güneşi", bir devrin sembolü olan o büyük sanatçı, en sevdiği yerde, sevenlerine veda bile edemeden sonsuzluğa göçmüştü. O gece, sadece bir yıldız kaymadı, Türk sanat gökyüzünün güneşi battı.
Mirasını Mehmetçik Vakfı'na bağışladı
Zeki Müren'in sahnedeki parıltılı ve görkemli hayatının ardında, pek az kişinin bildiği, bambaşka bir dünya vardı. O, sadece bir şarkıcı değil, aynı zamanda bir tasarımcı, bir ressam, bir hayırsever ve derin bir yalnızlık içinde yaşayan hassas bir ruhtu. Perdeler kapandığında Zeki Müren, spot ışıklarının altındaki "Paşa"dan çok farklıydı. Onun en bilinen özelliklerinden biri, kelimenin tam anlamıyla bir mükemmeliyetçi olmasıydı. Sahneye giydiği abartılı ve cüretkar kostümlerin birçoğunu bizzat kendisi tasarlardı. Aylarca kumaş seçer, desenler çizer, boncukların, pulların yerini tek tek belirlerdi. Gardırobu, bir müze koleksiyonunu andırıyordu ve her bir parça, onun sanatına duyduğu saygının bir yansımasıydı. Bu kostümler, sadece birer giysi değil, aynı zamanda toplumsal normlara ve cinsiyet kalıplarına meydan okuyan birer manifestoydu.
Bu gösterişli yaşamın tam zıttı olarak, inanılmaz bir hayırseverlik ruhuna sahipti. Yaptığı yardımların gizli kalmasına özellikle dikkat ederdi. Sayısız öğrenciye burs verdi, kimsesizlere el uzattı. Vefatından sonra ise bu yüce gönüllülüğü en somut haliyle ortaya çıktı. Tüm mal varlığını, mirasının tamamını Türk Eğitim Vakfı (TEV) ve Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetçik Vakfı'na bağışladı. Bu, onun sadece sanatıyla değil, karakteriyle de ne kadar büyük bir insan olduğunun kanıtıydı. Bodrum'daki evi, onun sığınağıydı. Burada resim yapar, desenler çizer, doğayla iç içe sakin bir hayat sürerdi. Milyonlarca insan tarafından taparcasına sevilmesine rağmen, özel hayatında derin bir yalnızlık hissettiği yakın dostları tarafından sıkça dile getirilirdi. Annesine olan düşkünlüğü bilinirdi ve onun vefatı, hayatında kapanmayan derin bir yara açmıştı. "Sanat Güneşi" ve "Paşa" unvanları, ona halk tarafından verilmişti. Bu, onun sadece bir sanatçı olarak değil, aynı zamanda duruşu, nezaketi ve Türkçeyi kullanmadaki eşsiz ustalığıyla insanların kalbinde nasıl taht kurduğunun bir göstergesiydi. O, sahnede bir dev, özel hayatında ise incelikli, yardımsever ve kendi iç dünyasında yaşayan naif bir sanat dehasıydı.
Kültür Devrimcisiydi
Zeki Müren'in vefatının üzerinden 29 yıl geçmiş olmasına rağmen, mirası hala ilk günkü gibi canlı ve etkisini sürdürüyor. O, sadece bir döneme damgasını vurmakla kalmadı, kendisinden sonra gelen kuşaklar için de aşılamaz bir ekol yarattı. Müzik mirası, onun en kalıcı izidir. Türk sanat müziğini, klasik kalıpların dışına çıkararak Batı müziği enstrümanları ve düzenlemeleriyle harmanladı. Bu yenilikçi yaklaşımı, TSM'yi daha geniş kitlelere sevdirdi ve müziğe modern bir soluk getirdi. "Manolyam", "Şimdi Uzaklardasın", "Elbet Bir Gün Buluşacağız", "Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun" gibi yüzlerce eseri, bugün hala dillerden düşmüyor. Onun sesindeki o eşsiz tını, kelimelere yüklediği derin anlam ve kusursuz yorumu, onu ölümsüz kılan en önemli özellikleridir.
Zeki Müren, aynı zamanda bir kültür devrimcisiydi. Sahneye getirdiği görsel şov anlayışı, o güne kadar Türkiye'de görülmemiş bir şeydi. Kendi tasarladığı, topuklu ayakkabılarla ve gösterişli makyajlarla tamamladığı cüretkar kostümleri, yerleşik cinsiyet rollerine ve maskülen kalıplara adeta bir başkaldırı niteliğindeydi. O, bu duruşuyla sadece bir moda ikonu olmakla kalmadı, aynı zamanda toplumdaki farklılıklara saygı duyulması gerektiğinin de altını çizen cesur bir öncü oldu. Diksiyonu ve Türkçeyi kullanmadaki ustalığı ise bir ders niteliğindeydi. Her kelimeyi tane tane, doğru vurgu ve tonlamayla telaffuz etmesi, onu sadece bir şarkıcı değil, aynı zamanda bir "dil ustası" yapıyordu. Sunucular ve spikerler için adeta bir rol modeldi. Sinema filmlerinde de rol alarak oyunculuktaki yeteneğini gösterdi. Bugün, Bodrum'da müzeye çevrilen evi, her yıl binlerce ziyaretçiyi ağırlayarak onun hatırasını yaşatmaya devam ediyor. Zeki Müren'in mirası, sadece şarkılarından ve filmlerinden ibaret değildir; o, cesareti, yenilikçiliği, zarafeti ve sanatına olan sonsuz aşkıyla Türkiye'nin kültürel belleğinde sonsuza dek yaşayacak bir Sanat Güneşi olarak parlamaya devam edecektir.