Saatlerdir demir kapılar ardında olduğum bölüme, son olarak Sözcü muhabiri Gökmen Ulu’yu getirdiler.
İzmirli genç bir muhabirdi. Gökmen için iddia edilen suç da, yine habercilikti. 15 Temmuz günü yaşanan o kahredici darbe kalkışmasından birkaç saat önce Cumhurbaşkanı’nın Marmaris’te tatilde olduğunu haber yapmış ve gazetesine geçmişti.
Gökmen, 2.5 ay sonra bir gazeteci ile buluşmaktan mutluydu. Sesinin olmasını istiyordu. Çünkü Mediha Olgun ile birlikte aynı iddia sonunda tutuklanmışlardı ve hâlâ iddianameleri bile yazılmamıştı.

gokmen-ulu
“Ablacığım, direniyorum, başka ne yapabilirim ki?” diye konuşmaya başladı. Ara ara yutkunuyor, sonra toparlanıp devam ediyordu:
“Fena halde bu iş bize çattı. Gazetecilikten başka görevim hiç olmadı. Hayati hata yapıldı. Trajıkomik bir durum içindeyiz. Haberimi FETÖ’ye bağlayarak, aslında FETÖ ile mücadeleye de sekte vuruluyor. Davayı sulandırıyorlar. Bu Türk demokrasisine de darbedir. O GÜN SAAT 16.25’te haberimi geçtim. Cumhurbaşkanı’nın tatili haberiydi. Dünyanın her yerinde bu haberdir. Gece 24.05’te de Cumhurbaşkanı, otelinden çıkıp bize herkesin izlediği açıklamayı yaptı. Yerini örgüt benden mi öğrenmiş olur, böyle absürd bir şey olur mu hiç? Hukuk delil ister. Yok… Örgüt üyesi değilim. Ben sadece gazeteciyim. Gazetecilik faaliyetinden örgüt çıkmaz. Bu gerçek bilmiyorum nasıl anlaşılacak. İddianamemiz de suç olmadığı için hazırlanamıyor, ama biz tutuklu kalıyoruz. Kimseye iftira atmadık, hakaret etmedik, siyasetin magazin haberini yaptık. Bu gazeteciliktir. Gerçeklerden hiç ayrılmadık. Eleştiri sınırlarını da aşmadık. Peki niye buradayız? İftiraya, baskıya, bu zulme uğrayan biziz. Adalet istiyoruz. Kamu vicdanında açtığı derin yarayı tamir etmek çok zor olacak. Zindana konulmamız, adaletin iflasıdır aslında. Yolumuz, menzilimiz Atatürk’ün açtığı uygarlık yoludur. Aydınlık yolumuzdan dönemeyiz.’’
“Avukat görüşmeleri?”
“Biz kısıtlıyız. Savunmamızı nasıl hazırlayacağız? Zor...
Gökmen’e, ailesini de sordum. “İzmir den geliyorlar görüşüyoruz. Oğlum 12 yaşında. Efe’yi çok özledim. Bizden kahraman çıkarmaya çalışmasınlar. Ben sadece Efe’nin kahramanı olmak istiyorum.”
Koğuşuna geri dönerken, duvardaki deniz fotoğrafına bir süre baktı ve şöyle dedi:
“Ben Dikili çocuğuyum. Bilir misiniz, Dikili’deki gün batımı çok güzeldir?”

Gazetecilik ne zaman suç oldu?

Yemeden, içmeden, saatler süren SİLİVRİ açık görüşünden çıkıp, uçarcasına BAKIRKÖY KADIN KAPALI CEZA İNFAZ KURUMU’na ulaştığımda saatler 16.00’yı geçmişti. Oysa açık görüş iznim saat 17.00’de bitiyordu.
Gazeteci Mediha Olgun da, Adalet Bakanlığı’nın verdiği açık görüş izin listesindeydi. Zamanım azdı ve mutlaka onunla da konuşmalıydım.
Sisteme düşen Bakanlık yazısına bakan görevli, “Sizi bekliyorduk Pınar Hanım” dedi.
Silivri’de olduğu gibi, kimlik sorgulamasından sonra, gözlerimiz önce kayda alındı. Yeşil ışık, alnımın ortasına vurduğunda onay sesi çıktı cihazdan ve döner kapıdan da yine alnımın ortasına vuran yeşil ışığın kabulüyle üst kata alındık.
“Mediha’ya haber verdiniz mi geldiğimi?” diye sordum.
“Evet” dedi kadın görevli. “Mediha, ziyaretçisi için hazırlanıyor. Hemen yanınıza getireceğiz.”
İçinde bulunduğum eski yapı, Silivri’den daha insani (!) geldi ilk bakışta bana. Daha ev havasında. Masalarda örtüler… Duvarlar sanki daha renkli. Görevliler daha sıcak gibi. Güler yüzlü. Bilemedim.
“Buyurun toplantı odasına. Az sonra Mediha gelir.”
Toplantı odası, sanki bir Anadolu kentindeki dikiş kursu kapanış kermesi gibi. Etraf, özenle dikilmiş rengarenk kadın elbiseleriyle dolu.
“Acaba” diyorum, gazeteci “Mediha da dikiş nakışa mı başladı burada?”
Bu düşünceler arasında, Mediha bana ulaşmıştı. Bir süre gülümseyerek durup bana baktı. Gözleri bulutlandı.
“Hoş geldiniz. Ne kadar memnun oldum bilemezsiniz.”
Birbirimize sarıldık, kucaklaştık. İki gazeteci kadın…

mediha-olgun1
Öyle kalakaldık.
“Biliyor musunuz, şoktayım. İlk günden beri şoktayım. İki buçuk aydır hâlâ yaşadıklarıma inanamıyorum” diye söze girdi.
Belli ki, hiç vakit harcamak istemiyordu. Zamanımız da az olduğu için, cümleleri ucu ucuna bağlıyordu.
Donup kalmıştım. Dinliyordum sadece.
“Her sabah yeni bir umutla tüm bunların düzeleceğini bekliyorum. Adalete inancımı yitirmek istemiyorum. Bir hata olduğunu, düzeltilmesi gerektiğini düşünüyorum her yeni güne başladığımda, mutlaka bir yanlışlık oldu diyorum.”
Mediha’nın şaşkınlığı aslında 19 Mayıs tarihinde sabah saat 06.00’da başlamış.
Kapıya dayanan “erkek” polisler, tüm özel eşyalarını elleriyle hallaç pamuğu gibi atmışlar. Oğlu Arda’ya, “Korkma oğlum, gazetecilik böyledir. İncelenir, soruşturulur, düzelir durum” demiş önce.
Sonra gözaltı süresi… Yine düzelir diye beklemiş. Nöbetçi savcılığa çıkarıldığında, “Tamam, buradan salınırım” demiş. Tutuklanıp cezaevine gönderildiğinde, inanamamış. “Yok artık!” diye isyan etmiş.
“Neden inanamadın?” diye sorduğumda, yanıtı öyle anlaşılırdı ki…
O, sadece kendi halinde, gazetecilik aşkıyla yaşamını sürdürmeye çalışan bir kadındı. 20 yıllık mesleğinde hep haber peşindeydi.
Durdu bir an. Gözleri doldu. Göz pınarlarına bastırdı parmak uçlarını.
“Ortada bir haber var. Marmaris’ten Gökmen Ulu imzalı bir haber. Siyasetin magazin haberi. İmza benim değil. Künyede benim üstümde müdürlerim var. Gelip beni alıyorlar. İsyandayım. Kim için, ne için yatıyorum, bilmiyorum. Ben birinci derecede sorumlu da değilim. Habercilikte böyle bir durum olur mu? İncelenmiyor mu? Gazetecilik ne zamandan beri suç oldu?”
İnternet sitesinin sorumlu yazı işleri müdürü, video servisi yöneticisi olarak adı geçtiği için, söz konusu Marmaris haberiyle ilgili “FETÖ’ye bilerek - bilmeyerek yardım” iddiasıyla 19 Mayıs gününden beri özgürlüklerinden mahrum bırakılıyordu.
Mediha’ya, kimlerle birlikte kaldığını sordum.
Anlattı:
“Gazeteci, yazar ve akademisyen kadın tutuklularla hep beraberiz. Nazlı Hanım’layız. 3 odalı bölümdeyiz. Ortaya açılıyor kapılar. Hep beraber gün içinde oturuyoruz. Mutfak da ortak. Zaman’dan Hanım Büşra Erdal da bizimle. Öğretmenler de. Yapılacak bir şey yok. Tutukluyuz.”
Mediha’ya çok bakımlı olduğunu söyledim. Utandı, güldü;
“Sizin geleceğinizi bana bildirmediler. Öğlen gibi bir kadın tutuklu hepimizin saçlarını ördü. Havamız değişti. Yoksa salkım saçak saçlarımız. Kadınız, ama bakımsız kalıyorsunuz burada. Kime özen göstereceksiniz ki? Ruhunuzu almak istiyorlar. Hem de hiç hatanız yokken. Bazen diyorum ki, “Biri bizimle kafa mı buluyor acaba?’”
“Ya çamaşırlar, giysilerin temizliği?”
“Kendimiz elde yıkıyoruz. Baharda buraya konuldum, şimdi yaz bitiyor. Hâlâ iddianamemiz bile yazılmadı. Ortada suç olmadığı için, iddianame de havada kalıyor. Sürecin hızlandırılmasını istiyorum. Adalet dağıtıcıları, daha özenle, dikkatle bu davaya bakmalılar. İnanır mısınız, basın özgürlüğüne de inancım kalmadı. Ne duruma düşürdüler bizleri. Oğlum gibi gençlerin geleceği için endişeliyim.”
Mediha’ya, “Tek tip elbiseleri size getirirlerse ne yaparsın?” diye sorduğumda, diğer tutuklu gazeteciler gibi isyan etti.
“Nasıl tek tip elbiseyi giyer de mahkemeye herkesin huzurun çıkarım. O kadarını bize yaparlar mı? Düşünmek bile istemiyorum.”
Saat ne de çabuk geçivermişti. Sabahın dokuzundan beri tutuklu gazetecilerle birlikteydim. Silivri’deki görüşmelerde çay ve su yoktu. Oysa, Bakırköy’de ikram edilen çay bile bir başka gelmişti bana.
Ama süre bittiği için, son yudumu içemedik.
Dışarıda en yakın zamanda, 5 çayında buluşmak üzere sözleştik Mediha ile.
Arkamdan sesi koridorda yankılandı;
“Oğlum Arda’ya iyi olduğumu söylemeyi unutmazsınız değil mi?’’

 

“Nöbette son olalım”

murat_sabuncuBu kez koşarcasına yanıma getirilen, gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu’ydu. Bembeyaz sakalı, giydiği pembe spor gömleği ile neşe içindeydi.
Sarıldık onunla da.
“Biliyor musunuz” dedi. “9.5 ay sonra ilk kez bir meslektaşımla yan yana oturup dertleşip, konuşuyoruz. 285 gün oldu, burada yalnızız. 11 Eylül duruşmasında 315 gün olacak. Bize ne büyük bir mutluluk yaşattınız, bilemezsiniz. Bu görüşün değerii çok büyük.’’
Utandım. Karşısında söylenecek söz bulamadım.
Yine o saçma soruyu sorabildim Murat’a:
“Nasılsın? Sen de zayıflamışsın. Günlerin nasıl geçiyor?’’
“Demokrasi nöbetindeyiz. Sıra bizdeymiş. Umarım son olur. Terör örgütüne yardım bir bahaneydi. Anlaşıldı. Sadece haberden suçlanıyoruz. Manşetleri suçladıklarında haberleri savunmak bana ağır geliyor. Utanıyorum. Burada rehin kaldık. Koşullara uymaya, iyi olmaya çalışıyoruz. Akın Atalay ile kalıyoruz. 9 ay tecrit altındaydık. Koğuştaki koşullardan şikayet etmek istemiyorum. İdare ediyoruz.okuyor, yazıyoruz. Spor yapıyoruz. İyi olmak zorundayız. Çocuğum, ailem beni bekliyor. Gazetecilik bizim aşkımız. İşimi sürdüreceğim.”
Duvarda asılı gelinciklere gözü takıldı o anda. Gülümsedi; “Ah ne kadar güzel. Baharda gelincikleri çok severim. Ama en çok, en çok gökyüzünü özledim. Gökyüzünün üstüne tel çektiler. Mahrum kaldık ondan. Sonbaharı, kışı, ilkbaharı ve yazı burada yaşattılar bize. Yaşamak buysa. Ama inanıyorum, ileride 9. No’lu Cezaevi, demokrasi müzesi olacak.’’
“Ya ailen?”
“Çocuğuma özlemim çok büyük. Anneme ise üzülüyorum. Ailelerimiz büyük sıkıntıda. Biz bedelini öderiz de onlar… Annem görüşe geldiğinde, üzerindeki pantolonun fermuarı güvenlik geçişinde ötmüş. Pantolonunu çıkartıp, kadıncağıza şalvar giydirmişler. Çok üzülüyorlar bize. Ama hepsi geçecek.”
Murat annesinin pantolonunu anlatırken, ona bizim de iç çamaşırımızı çıkartıp, poşete koydurduklarını söyleyemedim. YASAK, yasaktı… Burası 9 No’lu Silivri gazeteciler, yazarlar hapishanesiydi. Ceza büyüktü…
Murat da endişeli değildi, içi rahattı.
11 eylül için umutluydu:
“Hiç vakıf üyesi olmadım. Sadece gazetecilik yaptım. Mesleğimin saldırı altında olduğunun farkındayım. Ama adaletin de önünde sonunda tecelli etmesini bekliyorum.’’