Röportaj/ Sinan KESKİN

Mehmet Doğan, Doğşen İnşaat olarak uzun yıllardır inşaat sektöründe başarılı projelere imza attı. Ama aklında hep tarım ve hayvancılık sektörüne girmek vardı. 100 başlı küçük bir işletme kurmayı hayal ediyordu. Hatta bu hayalini gerçekleştirmek için Menderes Görece'de arazi satın aldı. Sonra bakanlık yetkilileri ile süreci görüşürken ona, “bu işi yapacaksanız büyük 500 baş sağmal yapın, küçük ölçekli yaptığınız zaman verimli olmaz” dediler. Bu öneriyi dikkate alan Doğan, 2010 yılının başında Tire'de 2 bin dönümlük bir arazi aldı. O dönem bu ölçekte profesyonel bir işletmenin kurulumu ile ilgili Türkiye'de yeterince bilgi ve birikim sahibi olan yoktu. Amerika'dan, Almanya'dan ve Hollanda'dan danışmanlarla görüştü. Ziraat Bankası'ndan, üniversitelerden ve bakanlıktan görüş aldı ve projenin ana çatısını oluşturdu. 2011 sonlarında projeyi bitirdi. İnşaat aşaması 1 yıl sürdü. 36 bin metrekare kapalı alanı olan bir çiftlik kurdu. 2012 sonlarında Almanya’dan 400, Damızlık Birliği’nden 400 adet gebe Holstein satın alarak işe başladı. Bununla yetinmeyen Mehmet Doğan, araziye 10 bin zeytin ve 4 bin badem ağacı da dikti.

Her geçen yıl kapasitesini ve ürün çeşitliliğini artıran Mehmet Doğan ile çiftliği kurma aşamasında ve sonrasında yaşadıklarını, Türkiye'nin tarım politikalarını, bankacılık sektörünün çiftçiye yaşattıklarını konuştuk.

Mehmet bey, çiftliğin kapasitesi nedir? Günlük ne kadar süt elde ediyorsunuz?

Şuan 2000 baş kapasite ile çalışıyoruz. Günlük 10 ton süt üretimiyle başlamıştık şuan bu rakam 20 ton. Tesisin kapasitesi ise 3000 bin baş hayvana göre dizayn edilmiş ve günlük 30 ton süt üretimine göre planlanmıştır.

Sütü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tire Süt Kooperatifi'ne veriyoruz. Kooperatif bir kısmını çiğ olarak satıyor, geriye kalanını da Pınar Süt'e veriyor. Pınar'da bizden aldığı sütü ihraç ettiği mamüllerde kullanıyor.

İşletmeniz hem hastalıklardan ari işletme belgeli hem de AB standartlarında ve AB onaylı Bunu biraz açar mısınız? Sizin farkınız nedir?

İşletmemiz hastalıklardan ari işletme sınıfında. Aynı zamanda AB onaylıyız. Dolayısıyla hem bakanlık sıkça denetliyor hem de AB standartlarına göre denetleniyoruz. Hayvan sağlığının sürekli kontrol altında olması gerekiyor. Hayvanın yaşadığı fiziki şartları ve konforu da çok önemli, bunlara da oldukça özen gösteriyoruz. İnekler sağımhaneye girdiklerinde memeleri daldırma dediğimiz dezenfektan işlemle hijyenik hale getiriliyor. Sağım bittikten sonra tekrar daldırma yapılıyor. Meme steril hale getiriliyor. Hayvana yedirdiğiniz ve içirdiğiniz suyun kalitesine kadar her şey kontrol altında.

Çiftliğiniz çok geniş bir alana kurulmuş durumda. Yakın gelecekte yeni yatırım planlarınız var mı?

Birçok proje kafamızda şekillenmiş durumda. İlk başlayacağımız proje sütümüzü mamül olarak değerlendirmek olacak. Bunu mümkünse Avrupa'dan bir çözüm ortağı ile yapmak istiyoruz. Ayrıca yurtdışından bir takım yatırımcılarla besi ve kesimhane ile ilgili görüşmeler de yapıyoruz. Finansal sorunları çözebilirsek hayvan kapasitemizi 10 bin başa kadar çıkarmayı düşünüyoruz. Şu aralar Ziraat Bankası'nın bu kadar kredi sağlaması mümkün değil. Mutlaka dışarıdan ucuz faizli finansman ya da yatırımcı çözüm ortağı bulmamız lazım. Zor, sıkıntılı ve riski yüksek bir sektör olduğu için, Türkiye'de likiditesi olan insanlar bu işe pek yönelmiyor.

Biraz da tarım politikalarından ve bankacılık sektörünün tarım sektörüne yönelik uygulamalarından konuşalım istiyorum. Son dönemde bankalar çiftçileri oldukça sıkıntılı durumlara düşürdüler. Birçok işletme batma noktasına geldi.

Hiçbir bankanın kredi verdiği bir işletmeyi batırma gibi bir arzusu olmaz, olmamalı da. Ancak bankacı risk almamak için mevzuatta yazanı harfiyen, hatta biraz da fazlasıyla uyguluyor. Bunu yapınca sizin batacağınızı, ne kadar zorlukla karşı karşıya kalacağınızı hesap etmiyor. Bankalar sadece, 'ben paramı kısa yoldan nasıl tahsil ederim' diye düşünüyor. Bunu şöyle açalım; Ziraat Bankası 7 yıl vadeli krediler verdi. Bu kredilerden kullananlardan birisi de biziz. Fakat bir süre sonra Ziraat Bankası bu krediyi bize sağlamak üzere bizim kendilerine bir başka bankadan verdiğimiz teminat mektuplarını günü gelmeden, kredi ödemelerimizde hiçbir sıkıntı da yokken nakte çevirdi. Batırma işte böyle oluyor. Yoksa tabiki amacı sizi batırmak değil ama yaptığı işler ve işlemlerle firmaları batma noktasına getiriyor.

Nasıl?

Elinde bir başka bankanın teminat mektupları olmasına rağmen, hiçbir riski olmamasına ve bu teminat mektuplarının da günü gelmemiş olmasına rağmen hepsini nakte çevirince sizi temerrüde düşürüyor. Sizin 0 faizle kullandığınız kredi temerrüd faizli krediye dönüşüyor. Yıllık yüzde 50 faiz ödemek durumunda kalıyorsunuz.

Siz böyle bir durum yaşadınız mı?

Yaşadık tabi. Bize de yaptılar. Çok büyük zarara uğrattılar. 7 milyon civarında bir kredi kullanmıştık. Bizim teminat mektuplarımızı nakte çevirince mektupları nakte çevrilen banka da bize acımasızca davrandı. Hatta biraz da mevzuatın dışına çıkan bir davranış sergiledi. Bankalara verdiğiniz teminat güçlü ise bankalar mutlaka kendi şartlarını size dayatıyor. Zaten GKS sözleşmelerindeki bütün maddeler bankalar lehine düzenlenmiş. Mahkemeler GKS'deki hükümlere göre karar veriyor.

Sizce bunu bilinçli mi yapıyorlar?

Elbette bilinçli…! Finans sahipleri bir ülkeye gelmeden önce yasaları kendi lehine düzenletirler ve ondan sonra o ülkeye ayağını atarlar. Normal bir devlet aklı, sektör vicdanı olsa bu durum yaşanmaz. Kredi verdiğiniz firma yaşayacak ki hem siz paranızı tahsil edesiniz hem de ülke ekonomisine, istihdama yararlı bir iş olsun. Fakat bizdeki bankacılık zihniyeti şudur; benim canım isterse kredimi geri çağırabilirim, teminat mektubunu nakde çevirebilirim. Elimdeki ipotekleri icra yoluyla nakde çevirebilirim. Bu keyfiyet içerisinde davranıyor. Türkiye'deki bankaların yüzde 99'u bunu yapıyor. Sayfalarca imzaladığımız genel kredi sözleşmelerinde öyle maddeler var ki hiç aklınıza gelmez. Mesela senin yürüyüşünü beğenmedim sendeleyerek yürüyorsun deyip krediyi geri çağırabilir.

Sistem dünyada da böyle mi işliyor?

Avrupa'da ve Amerika'da banka ya da finans kurumu bir işletmeye kredi vermeden önce fizibilitesine ve yatırım projeksiyonuna bakar. Kredi verdikten sonra da o işletmenin işleri ne kadar bozuk giderse gitsin ayakta tutmanın gayreti içinde olur. Yıkılacaksa bile engellenir. Bunun en iyi örneklerinden biri Almanya'daki Ford fabrikasının ayakta tutulması yöntemidir.

Türkiye'de tarım ve hayvancılığa sağlanan destekleri yeterli buluyor musunuz?

Tarım ve hayvancılık sektörü gelişmiş birçok ülkede mutlaka devlet tarafından korunan, sübvanse edilen, ayakta durması sağlanan bir sektördür. Devlet şunu diyemez; sermayesine, aklına, yeteneğine güvenen yürütsün. Bu sektörde bunu diyemezsiniz. Çünkü bu sektör bir ülkenin olmazsa olmazıdır. Bu sektöre sadece finansal karlılık açısından bakılmaz. Devletin bu sektörü mutlaka yaşatması gerekiyor. Nitekim gelişmiş ülkelere baktığınızda, örneğin ABD tarım sektörüne 95 milyar dolar hibe kaynak ayırıyor. AB ülkeleri 65 milyar Euro. Bu rakam Türkiye'de 3 milyar dolar civarında. Sizin böyle bir desteklemeyle sektörü ayakta tutmanız mümkün değil. Öte yandan gelişmiş ülkelerede tarım ve hayvancılık sektörü tamamen sigortalanıyor. Çiftçi kendi kaderiyle başbaşa bırakılmıyor. Türkiye'de bundan da mahrumuz. Şeklen tarım sigortaları var ama işleyişte bir yaranıza derman olmuyor.

Peki bu gidişatı nasıl değiştirebiliriz? Çözüm önerileriniz var mı?

İlk düğmeyi iliklememiz gerekirse öncelikle tarım ve hayvancılıkla ilgili mevzuatın sil baştan değişmesi gerekiyor. Mevzuatın kısa ve anlaşılır olması lazım. Mevcut mevzuatta kitaplar dolusu madde vardır. Bunların hiçbirisine gerek yok. Yapılan iş belli, devletin ne yapması gerektiği belli, dolayısıyla kısa, öz, anlaşılır bir mevzuatın hazırlanması gerekiyor. Çünkü, mevzuat ne diyorsa masa başındaki memur da onu yapıyor. O sizin ne durumda olduğunuzun hesabını yapmaz, elindeki mevzuata göre hareket eder. O nedenle bütün paydaşların fikri alınarak en baştan yeni bir mevzuat hazırlanmalı. İkincisi Türk tarım ve hayvancılığının dezavantajları göz önünde bulundurularak, coğrafi yapımız, iklimimiz, insan gücümüz, maliyetlerimiz vs. sektörün sigortalanabileceği koşulları yaratmalıyız. Sektörün uzun vadeli risk analizleri göz önünde bulundurularak kredilendirilmesi gerekiyor. Kırsal kalkınma ve destekleme dediğimiz politika yeniden ele alınmalı. Hayvancılığın yoğun yapıldığı bölgelerde hayvansal yem bitkilerine destekleme verilmeli. Krediyi hak edene vermek gerekiyor. Türkiye'de bir takım hibe destekler var ama doğru bir politika ile kullandırılmıyor. X bir bölgeye ciddi miktarda hibe destekleri veriyorsunuz fakat o bölgenin tarım ve hayvancılıkla ilgili maalesef kamuoyuna dönük bir yararı yok. Hatta oraya sağlanan hibe kredilerin başka yerlere gittiği, istismar edildiği yönünde bilgiler ve haberler var. Örneğin İPARD kredileriyle kurulan kaç işletmenin varlığını sürdürdüğü iyi izlenmeli.

Çözüm iradesi yok

Maalesef her gelen tarım bakanı bir öncekini aratır durumda. Koskoca tarım bakanlığı bir tek insanın izleyeceği politikaya mahkum bırakılıyor. Halbuki bakanlığın ana politikaları, stratejileri olmalı. Onları bürokratlar uygular bakan da sadece belli noktalarda müdahale eder. Bakan sorunlu olan noktalarda çözüm üretir. Bakanın yapacağı budur. Bakan bir sektörün politikasını ters düz edemez, etmemelidir.

Genelgeyle olmaz!

Sürekli tehdit ve risk altında olduğunuz zaman yapmakta olduğunuz işi de yapmak gelmiyor içinizden. Vatandaş elbette borcunu ödeyecektir, tereddütsüz. Ama ödeyebileceği koşullar yaratılmalı. Bunu tavsiye genelgeleriyle değil kanunlaştırarak yapmalı ve kanunlarda finans sektörüne uygulama esasları getirilmeli. Yeni çıkan 11. Kalkınma Planında borç yapılandırma esasları yine bankaların keyfine bırakılmış. Bu takdirde bankaların elinde teminatları güçlü ise bu kanun maddelerini uygulamayacaktır. Zaten bu güne kadar, TBB ve BDDK’nın tebliğ ettiği hiçbir genelgeye bankalar uymadı. Kanun maddelerini uygulama zorunluluğu getirilmeli. Sonuç olarak; sektörle ilgili destekleme, ucuz faizli ve uzun vadeli yasal düzenlemeler olmadan bu sektörden hayır beklememek lazım.