Genç kuşaklar taklitçi, kopya edici bir anlayışla eğitilmemeli. Tabii temel sanat eğitimi, resim kavramları, etüd hariç. Onun ötesinde hocasına hayranlık duyup peşinden gitmemeli. Falan hocanın atölyesinde böyle çalışılır, anlayışı ne yazık kötü sonuçlar vermektedir. Öğrenci, özgün, kendi olmasını yönlendirmeli. Zira artık ekoller yok olmuştur.

Röportaj: Lütfü Dağtaş

Türk resminin en üretken ve deneyci sanatlarından olan Zahit Büyükişleyen ile söyleşimiz devam ediyor.

Orta Anadolu bozkırı benim açımdan aynı zamanda aralıksız duyumsanan bir müzik demektir. Sizce de öyle mi? Müzik resimlerinize ne ölçüde yansır?

Hızı saatte 80-100 km’ye varan rüzgârlar eserdi. İvriz’de rüzgârın ıslık sesi, atölyede çalışırken müzik çağrışımı yapardı. Okul çatısının uçuşunu, ağaçların kökünden sökülmesini defalarca izlemiştim.

Vivaldi’nin Dört Mevsim’i, defalarca dinleyerek resim yapma eğilimine yönlendirirdi. Küçük bir teypten müzik dinlerdim. Çalışırdım. Transistörlü cep radyosundan klâsik müzik saatlerini iple çekerdim. Zaten müziğin soyutluluğunu da hesaba katarsak resmimin bu yönde değişimi de ortaya çıkar. Bir resmin zenginliği, baştan beri, onun soyutla somut arasındaki bir yerde, dönem dönem bazen birinin, bazen öbürünün kıl payı ağırlık kazandığı ama hiçbir zaman büsbütün kesinleştirilmemiş bir çizgide gelişmiş olmasındadır.

Orta Anadolu’da başlayan bu resim-müzik ilişkisi resim serüvenimde beni bu günlere değin taşıdı. Kantaron çiçekleri döneminde de, birkaç yıldır ürün verdiğim Vivaldi’nin Dört Mevsim döneminde de beni yönlendirenin müzik olduğunu söylemek isterim. “Sözsüz müzik, soyutun ta kendisidir” kanısındayım.

Geliyoruz 1971 yılına. O yıl MEB Yurtdışı Doktora ve İhtisas Öğrenimi Sınavını kazanıyor, Almanya’daki Kassel Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde uzmanlık eğitimi görüyorsunuz. Buradaki eğitiminiz, resim sanatında, kaldığınız yerden devam mıydı yoksa her şeye sıfırdan mı başladınız? Sıfırdan mı başladınız kısmını özellikle soruyorum çünkü Kassel’deki eğitim kurumu, bizdekine oranla sanırım hayli donanıma sahipti, öyle değil mi? Kassel’deki öğrenim sürecinizde nasıl tekniklerle tanıştınız?

Kassel’deki uzmanlık eğitimimde, sıfırdan başlamak istedim. Öğrenme açlığı bilinen bir şeydir. Fakat bağlı bulunduğum danışman Hocam Prof. Hillman ve Prof. Nickel, benim çok iyi bir donanıma sahip olduğumu, temel öğretileri çoktan aştığımı söylediler, özel bir atölye verdiler çalışmam için. Türkiye’de çok iyi hocalardan ders aldığıma emindim. “Aman, zaman kaybetme,” dediler. Atölyeler çok donanımlıydı. Gravürü zaten Türkiye’de çok çalışmıştım.

Litografi (taş baskı) ve serigrafi donanımı o zamanlar Gazi Eğitim’de yoktu. Almanya Kassel Akademisi’nde lito öğrendim, iki yıl sürekli çalıştım. Montaj denemelerimi ilk orada yaptım. Bu, daha sonraki resimlerimde çok yer alacaktır.

1971’de adımınızı attığınız Almanya’da peş peşe resim sergileri açtığınızı görüyoruz. Buradaki özgüveni anlatır mısınız?

Özgüven, insanın içinde doğurduğu, büyüttüğü bir duygudur. Gazi’den mezun olup, üç yıl İvriz İlköğretmen Okulu’nda, bir yıl da mezun olduğum İskenderun Lisesi’nde resim öğretmenliği yaparken üç kişisel sergi açmıştım Ankara’da. 1969 3 Ocak’ta, Ankara Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde ilk kişisel sergimi açmıştım.

Ankara’da, Turan Erol’un kurduğu Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltraşlar Derneği üyesiydim. Açılan karma ve grup sergilerine resimlerimi gönderiyordum. Aldığım kritikler çok gururlandırıcı ve güven vericiydi. Resimlerim satılıyordu. Bu yüzden Almanya’ya, Kassel’e geldiğimde sanatçılık payesine ulaştığımı düşünüyordum. Kişisel bir sergi açmak çok zordu bir yabancı için. Bir grup kurma fikri aklıma geldi. Üç Türk, Üç Alman sanatçı ile “K Grubu” nu kurduk. Friedrich W. Hokamp, Hans Von Hombeerg, Doçent Hocamız Walter Rabe, Hüseyin Bilgin ve Hayati Misman’la kurduğumuz grup, Kassel’in “K” sı ile (Gruppe K) oluştu. Almanya’nın değişik kentlerinde sergilerimiz oldu. Hatta Ankara Alman Kültür Merkezi’nde, 1974 yılında bir sergi açtık. Köln ve Gottingen Kunstmarktlarına, fuarlara katıldık. Sonra artık adım duyulmuştu. Alman Sanatçılar Birliği (BBK) üyesi olmuştum. Kişisel sergilerimi o zaman yaptım.

1976 yılında, “Türkiye’de Kırsal Kesimden Büyük Kente Göç ve Büyük Kentlerin Çevresinde Oluşan Gecekonduların Türk Resminde Algılanması ve Yorumlanması” konulu tezinizi vererek, Kassel Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitiriyorsunuz. Niçin teması böyle olan bir tez, diye sormak istiyorum. 1970’li yılların acılı Türkiyesi (yoksulluk, üniversiterde her gün görmeye alışkın hale geldiğimiz olaylar, sokakta kim vurduya gitmeler, çarpık kentleşme, işsizlik, hava kirliliğinin öne çıkması vb olgular 1970’li yıllara denk geliyor) böyle çünkü ve bir sanatçı olarak sizde izler bırakmış durumda. Bu izler mi temalarınıza ağırlık kazandıran?

Kassel Akademisi’nde böyle bir kural vardı. Bir konuda sosyolik bir tez hazırlıyorsunuz. Resimlerinizin tematiği bu oluyor. Sonra tezinizde sanatsal bağlantılar, analizler yaparak değerlendiriliyorsunuz. 1974 tarihine kadar üç yıl tatil için Türkiye’ye gitmemiştim. Bir taraftan da tez konusu için araştırmalar yapıyordum.

Ankara’da hava kirliliği ve çevre sorunları gündemdeydi. (umweltversehumutsung) Almanya’nın da gündemindeydi. O gün (Temmuz 1974) Cumhuriyet Gazetesi’nde bir araştırma haberi okudum. İstanbul’da yüzde 85, Ankara’da yüzde 75 çoğunluk gecekonduda yaşıyor. İlgimi çekti. Gecekonduyu, yani kelime olarak gece yarısı kondurulan ev… Çok komik. Neyse gecekonduyu hanser olarak çevirdim. Öneri çok hoşuna gitti tez komitesinin. Böylece çalışmaya başladım. Daha önce Türk resminde gecekondu teması üzerine resimler yapılmıştı. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Turan Erol, Fethi Arda gibi ama benim tavrım, duruşum farklı olacaktı. Montajlar, planlar, krokilerle desteklenmiş bir sunuş.

Çarpık kentleşme, hava kirliliği, görsel kirlenme, nükleer santrallarla dolu bir serüven uzun yıllar kavramsal sanatla ilgi kurabilen bir yoruma ulaştırdı beni.

-Sanatçı; dışavurumlarını sanat yapıtına yansıtan, dillendiren olduğuna göre düş de kuruyor doğal olarak. Siz de bir yerde resimlerinize düşlerinizi mi aktarıyorsunuz? Aktarıyorsanız düşleriniz resimlerinizde nasıl biçimleniyor?

Resimlerimde düşlerimi aktarmıyorum kesinlikle. Benim serüvenim söz konusu. Serüvende son baştan belli değildir. Resmim, kendi kendini yönetiyor. Rastlantıları değerlendiriyorum. İzleyicinin yorumuna bırakıyorum. Mesajım yok. Her izleyicinin kendi değerlendirmesi, düşünsel ortamı, geçmişi, yaşanmışlığı ile değerlendirmesi gerekir kanısındayım.

Üniversite öğretim üyesi olarak pek çok öğrenci yetiştirdiniz, yetiştiriyorsunuz. Genç kuşak ressamlarımızın resim anlayışlarına ilişkin bir özetiniz olur mu? Yetkinlikleri ve özgünlükleri hakkında bilgi verir misiniz? Gençlerimiz Türk resmini evrensel ölçeğe taşımada ne ölçüde başarılılar?

Genç kuşaklar taklitçi, kopya edici bir anlayışla eğitilmemeli. Tabii temel sanat eğitimi, resim kavramları, etüd hariç. Onun ötesinde hocasına hayranlık duyup peşinden gitmemeli. Falan hocanın atölyesinde böyle çalışılır, anlayışı ne yazık kötü sonuçlar vermektedir.

Öğrenci, özgün, kendi olmasını yönlendirmeli. Zira artık ekoller yok olmuştur. Individuallık (bireycilik) söz konusudur. Evrensele gitmenin yolu gelenekselden kaynaklanmaz. Kaynak yerellik bile olsa, kendicelik önemlidir. Böyle bir eğitimden geçmemiş öğrenciler uzun zaman bocalamakta, kendi yollarını bulmaları zor olmaktadır. Ya da hayatı boyunca doğayı taklit, naturalist el işçiliği ile sanatı karıştırmaktalar. Hiç kuşkusuz gençler içinde ışıklar saçanlar da var. Bu sevindirici.

Günümüz prestijli resim yarışmalarına ilişkin listeleme yapar mısınız? Cumhuriyet’in ilk yıllarında ressamlarımızın devlet tarafından Anadolu’ya gönderildikleri bir dönem yaşandı. Yine prestijli Devlet Resim ve Heykel Sergisi yılda bir kez düzenlenirdi. Kurumlarda bugün bu heyecan, dolayısıyla sorumluluk yok mu?

Devlet Resim Heykel Sergileri artık her gün amatörleşmekte. Hobby tarzında resim yapanların katıldığı yarışmalı sergi niteliğinde kalmıştır. Bir zamanlar Devlet Resim Heykel Sergileri, her yıl merakla beklenen, gündemde aylarca kalan, on binlerin gezdiği sergilerdi. Günümüz şartlarından uzakta kalmıştır. Ressamların Anadolu’da resim yapmaları çağdaş resmimize çok büyük yararlar sağlamıştır. Devlet koleksiyonlarının gelişmesine büyük katkılar yapmıştır.

DYO Resim Yarışmalarının da büyük yararı olmuştur. Bugün Türk resminin önde gelen isimleri bu yarışmalardan geçmiştir. Viking, Adana Çimento, ESBANK gibi kurumlar da bir dönem yarışmalar düzenlemiştir. VAKKO, ENKA gibi özel kuruluşlar bir iki etkinlik sonrası vazgeçip gitmişlerdir. Keza İş Bankası, Merkez Bankası da öyle şimdilerde portakal çiçeği kolonisi bir yıldız gibi parlamakta. İnşallah hep sürdürürler.

Uzun yıllar Ankara’da yaşadınız, öğrenciliğiniz bu kentte geçti. Sonra İstanbul. Ankara; bir yerde ‘bozkır,’ ardından İstanbul; bir yerde ‘Boğaziçi, Tarihi Yarımada’ resminize nasıl bir zenginlik kattı. Ressam olarak sizi fazlaca etkileyen başka kentimiz var mı?

İnsan, bulunduğu çevreye göre anlam kazanır. Doğa-çevre insanı etkiler. Her çevre kendi insanını biçimler. Sanatçı da bireydir. Birey olarak çevresinden etkilenir. Uzun yıllar Ankara yaşamımdan sonra, İstanbul renk olarak, çevre olarak, insan yapısı olarak çok farklı. Metropol... Ankara’da, 3-5 kişi var çevrende. Hep onlarla berabersin. Yıllar sürmüş. Hep aynı. Sonra birden büyük değişim. İstanbul, kurtlar sofrası! Nasıl etkilenmezsin? Şimdi yeni projem İskenderun. Doğduğum, büyüdüğüm kent. Ben çocukken 20 bin nüfusu vardı. Bugün neredeyse yarım milyonluk kasaba. İl olamaz, cezalı. Büyük İskender’in, İskenderiye seferinde otağını koyduğu kıyı kasabası. O yüzden Küçük İskenderiye, deniyor. Yani Alexandrette. Kıyı kasabamı, güzelliği arıyorum, anımsıyorum. O yüzden şimdi, İskenderun, diyorum.

Resimlerinizde teknolojinin olanaklarını kullandığınızı biliyoruz. Bu olanakları nasıl değerlendiriyorsunuz?

1971 sonrası Avrupa’ya öğrenci olarak gittiğimde sanat seyahatlerim başladı. Tabii ki Almanya, İngiltere, Fransa, Hollanda, İspanya, Avusturya, İtalya, Portekiz, Çekya, İsviçre, İsveç, Lüksemburg, Belçika, Romanya, Yunanistan. Her gittiğim ülkede müzeler, galeriler ilk olarak Robert Rauschenberg’i kıskandım. Onun yaptıklarını ben yapmak isterdim. Resimlerdeki teknik sorunların çözümlendiğini görmek benim de kendi resmimdeki teknik sorunları çözmek için ışık olmuştur.

Resimlerinizde sıklıkla kullandığınız, vazgeçemediğiniz renk hangisi? Bu vazgeçemediğiniz renk resminize ne katıyor? Iskaladığınız renk var mı, varsa hangisi ve niçin?

Resimlerimde sıklıkla kullandığım bir renk yok. Zaman zaman değişir. Bazen bir cerelium mavisi (Köln Mavisi), bazen turkuaza takılırım. Kadmium sarısına aşık olurum. Vandayk kahverengiye tutulurum. Ocr (toprak) sarısı beni tahrik eder. Beyaz tutkum var. Bir zamanlar pembeden hep kaçardım. Ama mor-mavi, morlarla kapımı çalıyor.

Biraz atölyenizden konuşalım istiyorum. Ressamların atölyelerinin hep bir gizemi vardır bence. Atölyenin kapısının önünde konuğu şiir karşılar, müzik karşılar, koku karşılar, ışık, ki o ışık hep sarışındır, karşılar. Atölyenizi anlatır mısınız bize? Atölyenin kapısını ziyaretçilere kolay açar mısınız? Ya da orada yalnız olmak, dışarıdan gelen hiçbir sesi algılamamak sizin için önemli midir? Ziyarete açık bir atölyeyse kimler gelir genellikle? Ve sizin oradaki çalışma yönteminiz nasıldır?

Yalnızlığı yeğliyorum çalışırken. Bir tek müzik arkadaşım beni terketmeyen. Dostlarıma ve ısrarcı sevenlerime hayır, diyemem. Ressam arkadaşlarım gelirler; sohbet ederiz. Yazarlar, ozanlar gelirler. Öğrencilerimle atölyemde buluşurum. Sohbetler vs. Eşim, Heykeltraş Nilay Kan, en yakın dostum, eleştirmenimdir. Çocuklarım Burçak, Elif, Gizem, Mert Emir gelirler; çay, kahve içeriz. Ergin İnan, Ümit İnatçı, Ömer Faruk Serioğlu da atölyemde zevkle konuk ettiğim isimler.

Keyifli söyleşi için teşekkür ediyorum Zahit Hocam.