Röportaj/ Lütfü Dağtaş

“Acılar çekeriz, yaşamın bize daha uysal, daha adil davranmasını beklediğimiz zamanlar olur. Başarıyı, huzuru, sevilme ve güven duymayı özleriz. Macera, sanatın özgürlüğüyle özdeştir. Bu da neyi nasıl seçeceğimizi deneysel olarak yaşamakla aynı anlamdadır.”

Deneyci sanatçı yanınızı anlatarak söyleşimize başlasak ve buradan üretkenlik yanınıza gelsek. Deneyci olmak sizin için ne anlam taşıyor ve size kattıkları nelerdir?

Sanat anlayışımı var eden, öznel kılan deneysel anlatımlarla kurduğum özgün bağların düşünsel sistemi bence yaşamla kesişir. Yaşam nedir? Yaşamın anlamı nedir? Ne zaman sorulur bu soru? Hangi zamanlarda? Dış görünümümüzün altında bir “ben” olduğunun farkına varıp, dünyayı bizimle olan ilişkisinin içinde sorgulamaya başladığımızda mı? Daraldığımız, köşeye sıkıştığımız ya da köktenci bir karar verme aşamasında olduğumuzda mı? Beklenmedik bir anda ölümle ya da umutsuzlukla yüz yüze geldiğimiz zaman mı?

Üstelik; çıraklık, kalfalık her neyse, bir işçilik anlamında değil artık. Hem de çok uzun zamandır. Ama sanat gelişen değil, değişense ancak experimentel ve bireysel olarak hüküm kazanmıştır. 1989 Burjuva Devriminden sonra eğilimler, önce akımlar olarak isimlendirilmiş. Sonra tam anlamıyla, individual (bireyci) olarak benimsenmiştir.

Yenilikçi her davranışta, experiment (deneysel olan), sanatçının kendi kabuğunu kırmasında rol oynamış, bazen rastlantının vazgeçilmez cazibesiyle, dinamiğini kabul ettirmiştir. Çağ dediğimiz, her gün yeniyi benimsemiştir. Zor da olsa, muhafazakârlar karşı çıksa da bu bir diyalektiktir. Eskinin yeniye direnme gücü bir gün biter. O yüzden experiment, yâni deneme ve deneyci olmak, bir hoca olarak her zaman ısrar ettiğim bir kavram olmuştur.

Ben bu nedenle macerayı seçtim. Daha yurt dışına çıkmadan düşündüklerim deneysellikti. Kimsenin görmediği renkleri düşlemeye çalışıyordum. İnsan kendi yaşamını bile içten değil, dıştan bakarak kavrayabilir bu yüzden… Acılar çekeriz, yaşamın bize daha uysal, daha adil davranmasını beklediğimiz zamanlar olur. Başarıyı, huzuru, sevilme ve güven duymayı özleriz. Macera, sanatın özgürlüğüyle özdeştir. Bu da neyi nasıl seçeceğimizi deneysel olarak yaşamakla aynı anlamdadır.

Doç. İsmail Ateş, sizinle ilgili kaleme aldığı makalesinde, “alışılagelenin dışında” olarak nitelendirdiği resimlerinizle ilgili “soyut peyzaj” tanımlaması yapıyor. Bu sorunun yanıtında tekniğinizi ele alırsak; resimlerinizde yer yer kaligrafik izler söz konusu. Püskürtülmüş veya damıtılmış ince boya tabakaları bir arada kullanılmakta. Zaman zaman da transfer yöntemiyle kolaj ve fotoğraf ögelerini kullanıyorsunuz. Bu teknik birikim okuldan mı geliyor, diye sormak istiyorum ama sanmadığımı da ekliyorum. Bu sorum iki şık halinde olacak.

Birincisi soyut resmin tanımlamasını yapar mısınız?

İkincisi; teknik düzey altyapınızı sağlayan süreci aktarır mısınız?

Kolaj; fotoğrafın uygulanması, transferler, asamblaj (kolaja benzeyen üç boyutluluk) uygulamaların birikiminin, tahmin ettiğiniz gibi, okulla ilişkisi yok. Tercih sorunu. Okullar teknik verebilir, altyapı hazırlar. Ama sanatçı kendi mediumunu seçer. Soyutun tanımlaması sözcüklerle anlatılmaz gibi geliyor bana. Gerçeğin özünü nasıl açıklarız? Elma ağacının özü yaprakları mı, dış görünüşü mü, yapraklarına ve meyvalarına güç gönderen kökleri mi, yoksa gövdesindeki kanallar mıdır? Soyut, görecedir. Bir de dıştan bakan gözün nasıl baktığıdır. Soyutun bir anlamı olamaz.

Teknik düzey, alt yapımı oluşturan süreç zaman içinde yol aldı. Batı’nın bana katkısı, hiç kuşkusuz sınırları zorlayan ustaları tanımakla oldu. 1971 sonrası Avrupa’da her türlü teknik yarışıyordu. Komputeri orada tanıdım. Hiper realizmin şovlarını orada gördüm. Conceptuel art (kavramsal sanat) beni önce şaşkına çevirdi… Sonra baştâcım oldu. Önemli olanın, el ustalığı, el işçiliği olmadığını iyice farketmeme neden oldu.

Soyut resim çalışmalarınızda ilginç olan bir unsur; insan, hayvan, bitki tüm canlıların aleyhine olan durumları resmediyor olmanız. Soyut peyzajlarınızı incelediğimizde çevre kirliliği, doğal yaşamı tehdit eden unsurlar, çarpık kentleşme ile sanayileşmenin yol açtığı sorunlar konularınızı oluşturuyor. Burasını anlatır mısınız? Sanatçının sizce temel bir görevi mi var?

Sondan başlayayım. SANATÇININ TEMEL GÖREVİ YOK ama sanatçı da bir BİREYDİR. Birey (adı üstünde); içinde bulunduğu atmosferi yaşayan, o atmosferde nefes alan biri... Kirli atmosferdeyse, pandemiyi yaşayan, kirli atmosferde yaşayan, üreten biri.

Bir sanatçı sabah uyandığında, boğazında bir yanma hissediyorsa, önce insandır. Kirlenme, sanayileşmenin yol açtığı sorunlar nasıl olur da sanatçıyı etkilemez… Sanatçı, çevresindeki olasılıklara suskun duramazsa da çözüm üretemez tabii ki.

Ama motivasyonu artık onu güdülemiştir. Burada doğa imgesi, yüzey üzerine yerleştirilen soyut biçimsel ayrıntıların katkısıyla bir tür doğa metaforundan başka bir şey değildir.

Doğa çağrışımını oluşturmanın arkasında, somut imgelerle göndermede bulunarak, asıl amacın soyutçu resim mantığıyla açıklanabilecek bir düzenleme kurmak olduğu gerçeğine işaret eder.

“Doğanın insanlıktan beklentisi var!”

Yukarıdaki sorumla bağlantılı olarak; TRT’de, sanat üzerine bir söyleşinizde size sorulan, “sizin özelinizde sanat nedir?” sorusunu aynen şöyle yanıtlıyorsunuz: “Bana göre sanat doğaya ilave edilmiş insandır.” Ardından devam ediyorsunuz: “Çoğu kişi sanatı, doğayı taklit etmek ve gerçeği göstermek gibi algılamıştır. Ben bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Doğayı etüd etmek başka bir şey, doğaya yorum katmak başka bir şey.” Bu yaklaşımınızdan şunu mu anlıyoruz: Doğanın biz insanlardan beklentileri var. Ve bu beklentileri ben peyzajlarım, dolayısıyla resimlerim aracılığıyla yorumluyorum. Doğru mu düşünüyorum?

Doğanın, kuşkusuz insanlıktan beklentisi var. “Noli ma tangre!” (Bana dokunma yeter!) Beğenirsen belgelersin fotoğraf olarak ya da kopyalayarak. Bu taklittir, doğanın taklidi. Ama bu sanat değildir. Gerçeği göstermek de değildir. Etüddür, natüralist bir anlayışı kopya etmektir vs.

Ama doğa insana göz kırpıyor: “Al beni yorumla!” Yorumlarsan sanat olur. Çünkü sanat yorumdur. Yorumu da sanatçı yapar.

Fotoğraf kareleri soyutla bir çelişki yaratırken, izleyicide bir çelişki mekanizmasının zorlanmasına, motive olmasına yol açmıştır. Bütün sorun; resimlerde izlenen görsel oluşumların sonuçta analitik bir temel üzerinden görsel oluşumları zorunlu hale getiren süreçsel değişimlerle ilgilidir. Bu değişim başlangıçta amaçlanan kavramsallığı hep gündemde tutar. Ama onun kendi içinde donup yaşamsal değerinden uzaklaşmasına yol açacak sınırlılığı reddeder. Teknik katkılarla, boyasal değişimlerle bu sınır aşılmaya çalışılır.

Bir oluşum mantığı kapsamında her ayrıntının bütünlüğe ve süreçselliğe katkısı oranında değerlendirilmesi öngörülür.

Figür mekan peyzaj çalışmalarının başlangıcı

1966 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdiniz. Bundan bir yıl önce ise; henüz 19 yaşında lisans öğrencisiyken; o yıllarda Türkiye’nin en prestijli, yılda bir kez düzenlenen tek büyük sanat etkinliği olan Devlet Resim ve Heykel Sergisine bir yapıtınız sergilenmek üzerine kabul edildi. Daha o gençlik yıllarınızda siyah beyaz ve lekeci anlayışa dayalı figür mekan peyzaj çalışmalarınız öne çıkıyor. Henüz çok genç değil misiniz, buna nasıl karar verdiniz?

Gazi Eğitim Enstitüsü’nü, 1967 yılında bitirdim. Bundan iki yıl önce de DRHS. yaptım, kabul edildi. O yıllar trend; figürlü toplumsal sorunları irdeleyen yapıtlardı. Örneğin Neşet Günal. Hayrandık. 27 Mayıs özgürlük ortamının yazarları, romancılarıyla bir toplumsal gerçekçilik söz konusuydu. Yaşar Kemaller, Kemal Tahirler, Orhan Kemaller fırtına estiriyordu. Oktay Akbal, Çetin Altan, İlhan Selçuk; gazete köşe yazılarında Kemalistleri coşturuyordu. Nâzım’ın kitapları yayınlanıyordu. Tiyatrolarda, sinemada Fakir Baykurtların yapıtları sahneleniyor, filme çekiliyordu. Ortam böyle idi. Biz şanslı bir kuşaktık. 68 Kuşağı. Gazi Eğitim de bayrak açmış, ‘sanatçı öğretmen’ sloganıyla Türkiye’de bir önemli kuşağın yetişmesine olanak tanıyacak bir yeni proğram uyguluyordu. Ata’sının izinde olan sanat öğretmeni yetiştirecek kuşağın hocaları çok etkiliydi. Refik Epikman, Turan Erol, Adnan Turani, Nevide Gökaydın, Mürşide İçmeli, Hidayet Telli, Kayıhan Keskinok, Burhan Alkar, Ziya Ünal, Hamza İnak, Nevzat Akoral, Mustafa Tömekçe, Veysel Erüstün, Mustafa Ayaz gibi hocalarımız bizlere onur veriyorlardı. Yani o yaşlarda bilinçli idik ve şansımız çok iyi bir eğitim idi. Geceli-gündüzlü; yatılı üç yıl. Sabah 8.30, akşam 16.00 ve etüd saatleri müthiş bir yoğun çalışma. İnsan kendi kararını verir. Dedim ya; deneysel çalışmalar.

“İvriz’in peyzajlarımdaki etkisi”

Okulu 1966’da bitirdikten hemen sonra 1967’de Konya Ereğli İvriz Öğretmen Okulu’na resim öğretmeni olarak atanıyorsunuz. İvriz Öğretmen Okulu için, Köy Enstitüsü geleneğinin devamı olduğu nitelendirmesi yapılır. Burada ilk kez Orta Anadolu bozkırı ile yüz yüze geliyorsunuz. İvriz, sanatınıza neler kattı, anlatır mısınız?

İvriz’deki renkli çalışmalarım izlenimci etkilerle boyanmıştır. 1969 tarihli “İVRİZ’DE ELMA BAHÇESİ” adlı resmim, boya hamurunun, spatüla izlerinin yüzeydeki ilk parçalanma işaretlerini verdiği bir peyzajdır. Bozkır renkleri içinde inatla direnen bir kış bahçesi… Burada ağaçların yerleştiriliş biçimi, resmin bütününde yoğun bir hareket ve dirim sağlar ve tuval o yıllar için oldukça büyük bir boyuttadır.

Motivasyonumu yönlendirecek ve gelecekteki resmimin köklerini belirleyecek bir doğa ile ilk kez İvriz’de karşılaştığımı söylemek abartma olmaz. Sanırım; beni yüzeysel arayışlardan kendi iç dinamiğimi ortaya koyacağım bir alana doğru ilk yönlendiren şey belki de bu karşılaşma olmuştur. İvriz’in doğası çok değişikti. Kışın 80 km hızında rüzgârlar eser, çatıları uçururdu. Toroslar’ın eteğindeki bu ucu bucağı görünmez bozkır, kışın karla örtülmediği zaman dümdüz bir grilik ve toprak sarısından ibaretti. Yer değiştiren gölgelerle yüklü bu düzlük optik bir yansımanın gizemini taşıyordu. Bir aynanın parlak yüzeyine yansıyan derinlik vadideki yeşilliğin yarattığı karşıtlıkla; dikensi karakterdeki çalı bitkileri ve sert görünümlü ağaçların doğasıyla somutlaşıyordu. Gökyüzü alabildiğine büyük ve başıboş görünüyordu. Altında geniş bir yatay boşluk halinde uzanan sabırlı, suskun bozkırla aykırı biçimde bütünleşerek dramatik temel unsurlar halinde kompozisyonlarımda yer alıyordu.

Çocukluğum ve gençliğim deniz kenarında, kumsalda, tekneler, deniz yıldızları, deniz kabukları, yeşillik ve mavilik içinde geçtiği için; bozkır çok çarpıcı, yeni ve ilginçti benim için. Genişlik, yalnızlık ve sonsuzluk duygusu veriyordu bana… Çok az şey vardı burada. Ötesi olmayan bir var oluş! Biçimselliğin sınırlarını zorlayan bir yalınlık ve duruluk. Sonsuz bir devinimi derinliklerinde saklayan değişmezlik duygusu ve bir ressam için her şey…

Zahit Büyükişleyen kimdir?

1967'de Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü'nü bitirdi. 1970'te M.E.B.'nin açtığı yarışma sınavını kazanarak Avrupa'ya ihtisas yapmaya gönderildi. 1976'da Kassel Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'ni bitirdi. Aynı akademide sanat eğitimi konusunda ihtisas yaptı. 1983 yılında Mimar Sinan Üniversitesi, Güzel Sanatkar Fakültesi'nde "Türk Resminde Ankaralı Sanatçıların Etkinliği" konulu tez ile doktora yaptı. 1984 yılında Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde "Yrd. Doçent" kadrosuna atandı. 1986'da Doçent, H.Ü.G.S.F Resim Bölüm Başkanı seçildi. 1991'de Dekan Yardımcısı oldu. 1992 yılında aynı üniversitenin Resim Bölümü'nde Profesörlüğe atandı. 1997'de Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde öğretim üyeliğine atandı. 31 Ağustos 2019 tarihinde Yeditepe Üniversitesi’nden ayrılan Büyükişleyen, çalışmalarını İstanbul’daki atölyesinde sürdürüyor.

DEVAM EDECEK...