Yazı Dizsi / Lütfü Dağtaş

Bugün 22 Şubat, günlerden cumartesi. Gün içinde iki sergi açılışı var. İlkin İgualada’nın merkezinde, ön ve arka çıkışları olan uzun koridorlu, “Arteria” adını taşıyan büyük bir kitapçı dükkanında, İsveçli Fotoğrafçı Per Cromwell’in (d.1974) tümüyle siyah beyazlarından oluşan fotoğraf sergisi açılacak, saat 12.00’de.

Ramon Muntane ile deri Müzesi’nden çıkıp serginin açılacağı Arteria adlı kitapçı dükkanına gidiyoruz yürüyerek. Yürüdüğümüz sıra karşıma pastane çıkar mı, ona bakıyorum.

İçerisi çok kalabalık. Per, uzun boyu, saçsız parlak kafasıyla herkese yetmeye çalışıyor. Açılış öncesi sanatseverler onu soru üzerine soru yağmuruna tutuyorlar. Açılışta farkına vardığım şu: Katalanlar uzun konuşmayı, uzun konuşmaları da sakin biçimde dinlemeyi seviyorlar. Festival Yöneticisi Ramon, uzun açılış konuşmasını sanırım İspanyolca değil Katalanca yapıyor. Katalanca, İspanya’nın Akdeniz kıyılarında, özellikle Barselona kentinde konuşulan Latin dili. Bu dilin İspanyolca ve Portekizce ile benzer özellikler taşıdığını gelmeden önce öğrenmiştim. İspanya’nın Katalonya özerk bölgesinde yaşayanlar Katalancayı anadili olarak konuşuyorlar. Dolayısıyla, Barselona merkezli Katalan bölgesinde Katalanca, İspanyolcadan önce geliyor. Bu öncelik neredeyse bütün tabelalarda kendini gösteriyor.

Per, sigara içme amaçlı galeriden dışarı çıkıyor bir an ve sergisiyle kendi adının yazılı olduğu camın gerisinden onun fotoğrafını çekiyor, gidip kendisine gösteriyorum. Böylelikle de tanışmış oluyoruz. Kareyi çok seviyor, biz Türk fotoğrafçıların söylediğimiz tümceyi bu kez o söylüyor: “Fotoğrafçı olarak hep vizörden baktığım için böyle özel bir fotoğrafım yok. Bu fotoğrafı bana sonra gönderir misin?”

- Tabii gönderirim Per.

Per’in fotoğraflarıyla ilgili yorum şöyle: “Bir milyon hikâyenin ortasında duruyoruz. Bazılarının ise parçasıyız ama çoğunlukla gözlemliyoruz. Bu hikâyelerin ne başlangıcını, ne de sonunu biliyoruz. Hepsi farklı bir hızda olup bitiyor.”

Katalanlar, Festivallerinin hakkını veriyorlar. Ellerindeki basılı programla nerede, saat kaçta ne açılış varsa gidiyor, sergi sahiplerini dinliyor, sorularını soruyorlar. Bu arada tıpkı bizim gibi ellerindeki telefonlarla neyi beğendilerse fotoğraflarını çekiyorlar.

Per’in sergisinden erken ayrılıyor, İgualada’nın meydan ve sokaklarını keşfe devam ediyorum. Şimdi bulduğum yer kocaman bir meydan ve karşımda devasa bir yapı duruyor. Mimarisiyle hemen göze batan bu yapının adı Santa Maria Bazilikası. 17. yy.’dan kalma bina şapel üzerine inşa edilmiş. Muhteşem iç mekanı Katalan Rönesans stilinden etkilenmiş. Bina, kültürel ulusal alan ilan edilmiş.

Havadaki ılık ilkyaz kokusu ve hoşa giden güneş ışınları alandaki kafelerin önlerindeki sandalyeleri doldurmuş durumda. Katalanlar, güneşin altında keyifle söyleşip kahve içiyorlar.

Oradan geçtiğim kare boyutlarındaki bir diğer alanda (Cal Font), karşıma merkez kütüphanesi, yine deri kadar bölge açısından önemli tekstil fabrikası çıkıyor. Bu fabrika da artık kültürel mekana dönüştürülmüş.

Fotoğraf çekme peşinde epey koşturduktan sonra sergimin açılacağı Müze’ye yöneliyorum. Yeniden eğim aşağı koşarak nehir kıyısındaki komplekse vardığımda o alışık olduğum deri işlemeden çıkan koku yine içimi dolduruyor, gülümsüyorum.

İspanya’da dolayısıyla Barselona’da açtığım bu fotoğraf sergisi benim ilk yurt dışı sergim. Türkiye’de bugüne değin ellinin üzerinde açtığım serginin hazırlık sürecindeki yorgunluk bu kez burada yok, hazıra kondum, ne güzel! Salona yönelmeden önce Deri Müzesini dolaşsam iyi olacak.

Katalanlar, yöreye özgü bu sanayi dalına hak ettiği değeri vererek mükemmel bir müze oluşturmuşlar. Girişte, palamut öğütmek için kullanılan, elle ya da hayvan gücüyle çevrilen silindir değirmen taşı var. Hemen yanında kireçlik işlemi için kullanılan pervane. Sektörde uzun yıllar kaldığım için pek çok makinayı görür görmez hemen tanıyorum. İşte bu küçük ahşap dolap deneme dolabı. Şu dolap önündeki maket işçi, çıkardığı derinin boyamasını kontrol ediyor. Etleme makinesi ile kösele düzlemede kullanılan silindir makinası yan yana. Hepsinin genel ya da tek tek fotoğrafını çekiyorum.

Bu müzenin benzerinin, deri işleme geçmişi ilkçağlara uzanan Anadolu coğrafyasına çok yakışacağına yürekten inandığımdan uzun yıllar mücadele vermeme karşın ne yazık ki bunu henüz başarabilmiş olamamanın üzüntüsünü duyuyorum. En azından, adını, Bergama’dan alan parşömenden hareketle bir “Parşömen Müzesi” kurulacaktı, o da yarım kaldı.

Oysa önceki dönem belediye başkanlığı görevinde bulunan Mehmet Gönenç, eski taş tabakhaneyi bu amaçla kamulaştırdığında ne de umutlanmıştım. Uzun yıllara dayalı dericiliğimizi incelemem sonucu bizde nerelerde deri müzesi kurulabileceğine ilişkin somut düşüncem oluşmuş durumda.

Antik Çağ Bergama’sında bulunup geliştirilen parşömenin vatanı sayılan Bergama, Osmanlı döneminde, 17. yy.’da Avrupa’ya işlenmiş deri satabilen Safranbolu ve son karatabaklara rastladığım diğer tarihi yerleşim yerlerimizden birisi olan Tire, özlemini duyduğum deri müzesinin açılmasına uygun yerler.

Ya da Padişah Fatih Sultan Mehmet’in kurdurduğu İstanbul’un Kazlıçeşme bölgesi. Safranbolu’da, Aşağı Tabakhane Sokakta bugün metruk biçimde duran taş yapı tabakhane binası pekala bu işlevi neden üstlenmesin, diyerek, Safranbolu ile birlikte Tire dahil tüm yetkili makamlara zamanında yaptığım türlü başvurulara olumlu sonuç alamamış olsam da umudumu halen yitirmiş değilim.

Benim sergi saat 18.30’da açıldı. Madrid’deki Büyükelçimizin nazik yazılı mesajla mazeret iletmesine karşın Barselona’daki Başkonsolosluğumuzdan Başkonsolos Yardımcısı Sayın Gülay Demirtaş’ın gelmesi karşısında son derece mutlu oldum. Türkiye’den görüşmelerimiz sırasında Festival Yönetmeni Roman’a, Türkçe çevirmen bulması durumunda Türk dericiliği ve karatabaklık üzerine konuşma yapabileceğimi söylemiştim. Ramon, diğer işleri gibi bunu da titizlikle gerçekleştirmiş; eşiyle birlikte Barselona’da çevirmenlik, rehberlik yapan sempatik Esra Çınar Hanım ile anlaşmış. Katalan dilini değil ama İspanyolcayı son derece akıcı konuşan Esra Hanım sayesinde, madem Katalanlar dinlemeyi seviyorlar, ben de konuşayım o zaman diye kendimi ateşleyerek deri işleme tarihçemizi özetledim, soruları tek tek yanıtladım.

Festival Yönetmeni Ramon Muntane, sergi açılışında yaptığı konuşmada şunları söyledi: “Burası, sanayileşme tarihimizi aktaran bir müze, deri müzesi. Biz buradaki fotoğraflar ve ekipmanlarla İgualada’da önemli geçmişi söz konusu deri sanayini sergiliyoruz. Lütfü’nün fotoğrafları ise Anadolu’da, elektrik, dolayısıyla makine kullanmadan, sanayiye dayalı kimyasal madde kullanmadan ilkel yöntemlerle derinin işlenmesini belgeliyor. Bu açıdan önemli. Lütfü, sergi sonrası fotoğrafları müzemize bıraktı, dolayısıyla müzemiz zenginleşmiş oldu. Sergisi için, geldiği için, fotoğrafları için kendisine teşekkür ediyoruz.”

Çevirmenimiz Esra Çınar Hanım, açılış sonrası Barselona’ya dönmek zorunda olduğunu ancak merkezde yaklaşık iki saat kadar önce başlamış geleneksel karnavalı birlikte izleyebileceğimizi, karnavalı görmemin benim açımdan ilgi çekici olacağını söyledi, o yöne doğru yürüdük.

Bu geleneksel karnaval her yıl bir temaya dayalı olarak düzenlenirmiş. Okullar, halk, çoluk çocuk bu kortej yürüyüşünü çok ciddiye alır, çok ciddi biçimde hazırlıklara girişilir, özgürce tasarımlar yapılır ve karnaval gerçekleştirilirmiş. Cadde ve sokakların iki yanına sıralanmış Katalanlar büyük bir coşkuyla önlerinden akıp giden korteji ilgi ve alkışlarla izlediler. Geldiğim gün eski deri fabrikasının önünde boyanırken önüme çıkan, fotoğraflarını çektiğim ahtapot maskot bu kez bir traktörün römorkuna yerleştirilmiş, o da kortejin parçalarından birisi olmuştu. Bu yılki tema, “plastik, hayatımızdan çık!” konulu olduğu için su şişelerinden kap kacağa pek çok plastik malzemeden ilginç tasarımlar insan düşüncesi ve yaratıcılığının birer ifadesi olarak önüm sıra geçip gitti.

Sergi açılışı sonrası bu karnaval görüntüleri anılarımdaki hoş yerini aldı.

Devam edecek...