Tutma kayınbabam.

O nasıl oluyor, şöyle oluyor: Sahici kayınbabam Murtaza Çalışlar’ın can dostu, partilisi, Tarsus ve Adana’da ikisi de İP belediye başkan adayıymış zamanında, sahisini görmek kısmet olmadı, Demirtaş Ceyhun’a hep kayınbabam dedim, öyle bildim, kendi de öyle bastı bağrına.

Hep güleç, hep çevresine ışık saçan, yorulmayan, yavaşlamayan, ‘bana ne ?’

demeyi zül sayan, elini her taşın altına koyan, herkesi dinleyip anlamaya çalışan, arkanızda duran, gölgesiyle bile tıpışlayan dağ gibi bir adam.

Üniversiteye başladığım ilk aylardı, Ankara Zafer Çarşısı Remzi İnanç’ın dergâhı, üç kişinin yan yana ayakta anca durabildiği kitabevinde, okul dönüşü uğradığımda, oradaki herkes silindi, tekçe onun varlığı netleşti, onu gördüm, gayrısına kör’düm, bir endam, bir vekar, bir güzel çehre… Hemen kalkıp yerini verdi bana, yeri dediğim de üst üste yığılmış kitaplar. Gencecik bir mimar, esaslı hikâyeci, kavgacı bir devrimci. Bir vurulduk, pîr vurulduk. Can dostu olduk, hem hayatta hem edebiyatta hem gönül kırıklıklarında hem siyasette hem kayınbabam olduğunda yaslandığım kaya oldu.

Bendeki fotografileri çekilmemiş olanlar, yani kalp objektifimle çektiğim, karanlık odada kalanlar, sizle sözlü paylaşılır ancak, belki bir zirve yaparız, orada anlatılır, çünkü hepsi gülünş ahenk, hep kahkahalı…

Taksim’in ortasında kollarımı açıp koşarak sarıldıklarım, dur deli kız el ne demez, bile demezdi… TÜYAP toplantı yahut yemeklerinde de o açardı kollarını, koşar dalına sığınırdım.

Sondan bir öncesi Ulusal Kanal çekimindeydi, öyle yorgun düşmüştü ki, sırtı ter içinde, öylece çıkıp gecenin ayazını yiyecek, üşütecek, boynumdaki yemeniyi sırtına yatırmasını rica ettim, “acı patlıcanı kırağı çalmaz gelin kız,” dedi, ama, çaldı, zatürre oldu, o bardağı taşıranmış, kendini tüketti, helak etti…

Bir de Yenice Barış Etkinliklerimiz var, sonuncusu, yürüyorduk herkeŞŞlerin üstüne ve faşizmin üstüne, barış dilimizdeydi, çakı, dolma oyacağı, sebze soyacağı çantamda, ısmarıç, Tarsus Buğday Pazarı’ndan almıştım, kimse görmez sandıydım, sonra başkanın istasyonda bir çardak altında verdiği ve sabah gün ağarana dek muhabbet ettiğimiz yemekte, elbet yanıbaşında otururken çantamda bir şey aranırken, ben çantasında kaybolan kızdım ona göre, o bıçakları, oyacakları görüp, gülmekten kırılmıştı, ne barış yürüyüşüydü ama, diyerek… Umuttan hiç kesilmedi, hiç, insanımıza, gençlere gür güveni , ülkesine de, hiç eksilmedi.

“Babama yazar olduğumu söylemeyin, o beni hâlâ mimar sanıyor,” diyen.

Belki ilkin mimar olduğundan, duruşundaki dimdiklik, yapısının sağlamlığı, duruş güzelliği, edebiyata getirdiği mimari kusursuzluk, düşüncede dosdoğruluk.

Eğrilere katlanamayan insan, kıvırtan, yan çizen, kaytaran habire saf değiştirenlere öfkeli, ama, öfkesi bile estetik ve edebi…

Gülümsediği bıyıkaltından, sevgisi candan gönülden…

“Eksilmedi bendeki umutsuz umut, çünkü ben edebiyatçıyım,” diyen.

(Çağdaş Yayınevi’nden çıkan ‘20. Yüzyıl ve Edebiyat ‘ adlı deneme kitabında batı edebiyatını eleştirip, “Sovyet edebiyatının da bugün yarın perspektifinden git git yoksunlaşarak bir çöküş içine girdiğini’ vurgulayıp, ‘zaten savaş edebiyatını çıkarırsak Sovyet edebiyatından geriye ne kalır, kuşkudayım’ yazabilen (ve topa tutulan…)

Attilâ İlhan ve Demirtaş Ceyhun gayrısından duymadım, parti tüfek zoruyla yazdırılan ‘Ana’ romanının Gorki’ceğizin en zayıf romanı olduğunu, ama, doğruydu…

Ve ona göre, artık dünyaya göre de ‘Stalin’in sosyalizme yaptığı en büyük kötülük de buydu, eleştiriyi toptan yok ederek, Sovyetlerdeki entelektüel yaşamı dondurup, uygulamayı eleştirerek sosyalist düşüncenin teorik gelişimini bir daha açılmamak üzere durdurmak…

Hem İzmir, hem Demirtaş

Fotoğrafın çalımsız ustası Lütfü’nün bana yolladığı Demirtaş fotoğraflarının ilkini açınca bir de ne görsem? Hem İzmir, hem Demirtaş… Kordon’da park sırasına oturmuş, olancasıyla gülüyor, yüzüyle, saçları gözleriyle, elleriyle omuzlarıyla bile güler mi bir adam, o öyleydi, gülerdi, harika bir fotografi… Aklıma düşüverdi, Yakup’un meyhanesine uğrayıp, arkadaşlarından kimseyi göremeyince, nerde Yakup bizimkiler, dediği? ‘Yakup’un yanıtı evlere şenlik: ‘Aman abi dalga mı geçiyorsun? Sizinkilerin yarısı öldü, yarısı evden çıkamıyor, ihtiyar oldu, meyhanede işleri ne?’ Bunu dediğinde çağrılmayan Yakup, Demirtaş Ceyhun 1934 Adanalıyık, 60 yaş sularında, daha resmen yaşlıdan sayılmaz bile… 75’inde de çekti gitti zaten, ihtiyar olamadan…

Kemal Özer’le yurt dışı çıkış hakkı almaya Kambiyo’ya gitmişler, yabancı yazarlar birliğinin çağrı belgesini uzatsalar da, ‘yazar olduğunuz ne malum?’ demiş görevli… Merkez Bankası kambiyo şefinin ömründe tek şiir yahut öykü okumadığına inanıp hayf’lanmış Demirtaş. ’Bence, uğruna savaşılması gereken ilk yazar hakkı, saygı, yazara saygı’ demeye o gün mü başladı dersiniz?

Fotoğraflara bakıyorum tek tek, Muzaffer Tunçağ’lı yemek resimleri, İzmir elbet, ama, kapalı mekan, silinmiş aklımdan, kazağımı, saçlarımı, ilkin kulağıma takıp sonra yakama iliştirdiğim karanfil kendimi hatırlattı, aldı beni bir ağıt… Yenice dışında fotoğrafımız yok, diye hayıflanır dururdum, o da çakılı, oyacaklı çantalı Barış yürüyüşü fotoğrafı, başında siperlikli kasket, tam Çukurova delaanlısı gibi, sergi kurdelasını kestiğinin fotoğrafı… Bütün gece konuşmanın temposunu düşürmeden, herkesi ağzının içine baktırarak nasıl sanat, siyaset, barış, sevgi konuşur insan? Kişizâdeyse, gönlü yüceyse ve akıllıysa, konuşur elbet, neden konuşmasın?

Peki nasıl dinlenir? O keskin hafıza, o derinlikli ve kavrayıcı bakış açısı nasıl sığdırılır vasat aklımıza? Gün ağarırken masadan kalkılır, başkanın eşi pet şişe içinde biber salçası, asma yaprağı, bulgur getirir bize, gözlerimiz nemlenir.

Köfteci huysuzlar diyarı

Sultanahmet’te bi köfteci huysuz varmış vakti zamanında, Orhan Veli ve arkadaşlarının dadandığı, üç dört masa anca sığan, ama, köftesi benzersiz olan. Köftesinin güzelliğinin farkında hele bi söz edin, budayıp indirir anında. Orhan Veli de takılmadan edemez, gide gele yüzgöz olmuşlar, takılmış,”bre huysuz, bugün köftende iş yokmuş…” Dellenmiş köfteci, fırlamış ocak başından başlarında bitmiş, ‘ulan bıktım sizden be!’ demiş, ’akıl diyor ki kapat şu dükkanı, aç kalsın dünya!’ Hepimizin sözcüğün tam anlamıyla Köfteci Huysuz olduğumuzu düşünür Demirtaş Ceyhun, küçücük dükkanlarımızda dünyayı doyurduğumuzu sanıp, didişip dururuz birbirimizle…

44’üne kadar bir kere bile görmemiş, çocuğunu şair, hikâyeci yapmak isteyen ana baba… ’Galiba delilik rütbesini bilgeliğe tanımışız da edebiyatı bilgelikle bağdaşık saymadığımızdan, edebiyatçıdan deliliği bile esirgemişiz, avaradır, serüven meraklısıdır ama kesinlikle deli değildir. Bilgeliği de ‘hikmet yumurt

lamak sayıp, küçümser, uzak durmaya çalışır…’ Gel de katılma bu sözlere…

“Allah aşkına biz de artık edebiyatımıza biraz bilgelik katalım, biz de öyle büyük tapınaklar yapalım ki (Kazancakis’in İspanya Yaşasın Ölüm’ yapıtında anlattığı Sevilla’lı keşişe ve onun öyle bir tapınak kuralım ki, gelecek kuşaklar bizi deli sansınlar, sözüne gönderme yapıyor) biraz da bize deli desinler, ne olur!”…

Edebiyatı kent yaşamı mı unutturdu diye tasalanır dururdu… Bir hâkimin kendini savunan sanığa ‘edebiyat yapma!’ dediğine kızardı, tam o sıralara rastlar, Necati Cumalı’nın Urla’da avukatken savunduğu kadın müvekkilini anlattığına (ki, bu müvekkili sonradan hepimizin bildiği Zeliş karakteri olacaktır) ‘tamam, anladık, sadede gel, edebiyat yapma!’ dediğini kendisinden dinlemem…

Keşke yapabilseniz, en azından yolunda yürüyebilseniz…

“Aldıydık alacağını, bi güzel ezdiydik”

Bir gün telefon etti, dedi ki yaşadığınız beldede falanca yerde bir filanca bey var, kitap fuarında külliyatımı aldı, üstündeki çıkışmayınca kartını verdi, (kredi kartı değil) hemen yollama sözü de verdi, epey zaman geçti, göndermedi. Gidin oraya, alın parayı, meyhaneye gidin, helali hoş olsun yiyip için kocanla…”

‘Emrin başüstüne ağam’ dedik, söylediği kişinin kapısında bittik, aldık parayı bi güzel ezdik, yedik içtik, ama, hınzırlık etmekten de geri durmadık. Geceyarısına doğru aradık, uykulardan uyandırdık, dedik ki, ‘ağam, kitap parası az geldi, bize şimdi meyhaneci bulaşık yıkatıyor, üstünü yollasana…’

Gökgürültüsü gibi güldüğü bugün gibi aklımda… ‘Verin telefonu o meyhaneci hergeleye, göstereyim ona dünya kaç bucak’…

Ah bre ağam, ah benim keleş tutma kayınbabam, dostum, hangi diyarlardasın?

Öykü kitabını bastırabilmek için her kapının ipini çekip, hepsinden eli boş dönen Sait Faik, gene de ‘yaşasın edebiyat’ demiş, ona özenirdi, ve ‘edebiyatın insandan böylesine uzaklaştığı şu günlerde yana yana özlerdi Sait Faik’i…

Bizde insanın insana ve önce kendine yabancılaştırıldığı bu alafucuruk bozduman günlerde onu yana yana özlüyoruz, gönüllerde ve kitapçı raflarında yaşasın gönlü böylesine güzel, dili tatlı, bakışı doğru, aklı kusursuz, sinesine dünyayı sığdıran ve edebiyattan hiç el çekmeyen Demirtaş Ceyhun, demeden edemiyoruz…

Ah Demirtaş Ceyhun, bu dünyaya hoş geldiydin, safalar getirdiydin…