Röportaj/ Kardelen Buğday

Oyun yazarı, dramaturg ve yönetmen kimliğiyle tanıdığımız, Devlet Tiyatrosundan sonra yıllardır yerel yönetim çalışmaları içinde gördüğümüz, gazetemiz yazarlarından Haluk Işık, yazarlığının 40. Yılını “Bir Kentin Gizli Tarihi” adlı şiir kitabıyla selamlıyor.

Yağmur Yayın Grubunun Smirna Yayınları şiir dizisinin ilk kitabı olarak yayınlanan “Bir Kentin Gizli Tarihi”, Işık’ın bu dalda basılmış ilk ürünü. Yazarla, yapıtı ve şiir anlayışı üstüne bir söyleşi gerçekleştirdik.

Şiirlerinizle dergilerde ve antolojilerde yer alırken, örneğin İzmir’in kurtuluşunu anlatan 9 Eylül konulu “Söz Yetmez” adlı şiiriniz neredeyse herkes tarafından ezberlenmişken, siz ilk kez bir şiir kitabı yayınladınız. Bu gecikmenin nedeninden başlayalım.

Şiire verdiğim yoğun emek ile yayınlama konusundaki gecikmişlik arasında vahim bir çelişki var ve tek sorumlusu benim. Acaba, yeterince şair olduğundan mı, herkes kolaylıkla “Ben şairim” dediğinden mi, aralarına girersem daha da kalabalık görünürüz kaygısından mı, bilemiyorum. Elbette bu işin şakası. Şiiri kaygı ve saygı ürünü olarak gören, uğraşan ve üretenleri, bu eleştiriden ayrı tutuyorum. Ben ne yazık ki, yalnızca şiirde değil, oyunlarımı, öykülerimi, bilimsel ya da köşe yazılarımı “kitaplaştırma” konusunda da, pek çalışkan ve girişken olamadım. Yayınlanan kitaplarım da, büyük zorlamaların sonunda çıkmıştır ve bu konuda çaba gösteren herkese, yayıncılarıma, dergi ya da antoloji yönetmenlerine minnettarım. “Bir Kentin Gizli Tarihi” özelinde Ercan Günaydın’ı, Hale Gökalpsezer’i, Yağmur Yayın Grubu emekçilerini özellikle anmak isterim. Onların ısrarlı baskıları olmasaydı, bu kitap nasıl çıkardı bilemiyorum. Çok yoğun ve geniş uğraş alanlarım var, zamansızlık en büyük sorunum. Bunun üstüne, şiire karşı titizliğimi ve önce benim inanmam gerektiğini eklemeliyim. Bu “ilk” şiir kitabımdır ve çok ihmal ettiğim şiir emeğimden özür diliyorum. “Bir Kentin Gizli Tarihi”nin göreceği ilgi, şu anda yayınlanmaya hazır iki dosyanın gün ışığına çıkmasını kolaylaştıracak ve arkası gelecek. Arayı hızla kapatmaya çalışacağım.

Yazarlık geçmişinizden söz edecek olursak, 40 yılda neler birikti, şiir bu yolculuğun neresinde ve nasıl duruyor?

Üstlendiğim bütün görev ve sorumluluklar bir yana, öncelikle Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne ve Görüntü Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Ana Sanat Dalından mezun olduğumu anımsatmak isterim. Yani yazarlık, asal işimin ya da uzmanlığımın dışında sürdürdüğüm bir yan uğraş değil, yaşamımı her açıdan sürdürmemi sağlayan mesleğimdir. Dramaturg ve yönetmenlik onun türevi, yer aldığım ya da tercih edildiğim alanlardaki konum ve çalışmalarımın belirleyicisidir. 40 yılın verimlerine, kitabımdaki özgeçmişte kısaca değinilmektedir. Elbette yazarlığa olan ilgim, üniversiteyle başlamadı. Babamdan başlayarak, ilkokuldan üniversiteye üstümde emeği olanları, örneğin Beyhan Ülgen’den Turgut Özakman ve Suat Taşer’e kutup yıldızı öğretmenlerimi, ürettikleriyle bu işin “neden ve nasıl” yapılması gerektiğini ortaya koyup örnek oluşturan nice ustayı, saygı ve minnetle anıyorum. Kanıksanmış bir yaklaşım olmasın ama hayat zaten tüm getirdikleri, ekledikleri ve tortuları ile bir şiirdir. Eklenmek için biraz duyarlık ve farkında olmak yeter. İlk şiirimi anımsıyorum, adı “Tarih Dede”ydi ve sanıyorum 6-7 yaşının olanca çocuksuluğu ile yazmıştım. Düşünüyorum da, demek “tarih”in yazarlığımda temel izleklerden birine dönüşmesi o günlere dayanıyor ve ilk kitabımın “Bir Kentin Gizli Tarihi” olması da yalnızca rastlantıyla açıklanamaz. Şiir hep hayatımda oldu. Hem elimden geldiğince iyi bir şiir okuru olarak, hem de başım her sıkıştığında sığındığım limanım olarak. Mutlaka ve her gün şiire uğrarım. Ertesi gün yazdıklarımla yüzleşir, karşılıklı terk ediş hakkımızı gözeterek, korunası-okunası bir verime dönüşmesi için çalışırım. Bu verimlerin bir kısmı yayınlanmış, antolojilerde yer almış, bir iki ödülle de karşılık bulmuştur. Örneğin az önce andığınız “Söz Yetmez” adlı şiirimin, henüz kitabı olmayan bir şairin ürünü olarak, beni de aşacak ve neredeyse elimden kayıp gidecek kadar “anonimleşmesi”, bu inancı pekiştiren onurlardan biridir. Sıklıkla vurguluyorum, ben öncelikle bir oyun yazarıyım. Oyun, öykü, roman kısaca her ürünümde, şiirle olan ilişkimin etkileri kolaylıkla görülebilir. Özellikle müzikal nitelikli işlerimin şarkı sözlerini yazarken, bu ilişkinin çok büyük katkılarını görüyorum. Başta Cem İdiz ve Kemal Günüç olmak üzere, değerli besteciler tarafından bestelenmiş pek çok şarkı sözüm var. Öte yandan oyun yazarlığım da şiire dair poetikamı ve biçemimi etkiler, hatta belirler. Oyun yazarlığı ile şiir nasıl buluşur diye soranlara, Shakespeare’den Brecht’e, Lorca’dan Melih Cevdet Anday’a birçok örnek verebilirim. Onlara eklenmeyi hak etmek ne güzel olurdu.

Bu iki ayrı dal sizin ürünlerinizde nasıl buluşuyor, yazarlığınızı ve şairliğinizi nasıl belirliyor?

Sahne ve görüntü sanatlarına yönelik yazarlık eylemine, bilimsel olarak “Dramatik Yazarlık” denir. Anlatılmak istenen taklit edilebilir, oynanabilir, sahnelenebilir metinlerdir. Eğitimimin ve asal uğraş alanımın da etkisiyle, şiirlerimde mutlak biçimde dramatik öğeler vardır. Zaten genel anlamda “çelişkilere-çatışmalara” dayanan dramatik sanatlar, şiirim özelinde beni bir öyküyü konu edinmemi, o öykünün içindeki çelişkiler-çatışmalar üstünden yürümemi ve sonunda sözümü söylememi dayatıyor, yolumu kısaltıyor. Salt betimlemeye, sözcük oyunlarına, malumu dolaştırıp yinelemeye yaslanan ve bitince “Eee?” dedirten şiirleri, şiir okuru ya da yazarı olarak, kendime yakın bulmuyorum. Bir şiir yazmam için, hayata ve insana tanıklığa, bu tanıklığı yazmaya kışkırtan çelişkilere, bu çelişkilere dair söyleyecek söze ihtiyacım var. Sanat, hayattan alınanın estetik ve düşünsel bir imbikten geçirildikten sonra, hayata iade edilmesidir. Bu işlem sırasında rafine bir dünya görüşünüz, hayatın içinde duruşunuz ve mümkünse yazdığınız dile dair bilgi, donanım ve titizliğiniz gerekir. Başa dönecek olursak, dramatik işlerimde şiirden, şiir çalışmalarımda dramatik olmanın gereklerinden sonuna dek yararlanıyorum. Bunu yapmaya çalışırken, “ne kadar anlaşılmaz olursak o kadar değerli oluruz” mealindeki tuhaflıklardan uzak durmaya çalışıyorum. Belki ayrı bir konu ama söylemeden geçemeyeceğim. Bugün, yaşadığımız bin sorun yetmezmiş gibi, içine kapanık, simgeler ve imgeler peşinde koşarken hayatı ve insanı ıskalayan, örten, ürkerek saklayan bir sanat anlayışının yoğun baskısı içindeyiz. Şiir kuşkusuz en “kişisel” sanat dallarından biridir. Bireyden yola çıkar ve bir başka bireyde karşılık bulur ama insan soramadan edemiyor: bu yolculukta evler, sokaklar, fabrikalar, tarlalar, belediye otobüsleri, yani bizim dışımızdaki hayat, kent, ülke, insanları ve daha yaşanır bir yeryüzü için tanıklıklarımız, umutlarımız, öngörülerimiz nerede? Genel geçer sloganlardan medet uman, toplumsal olacağım derken insanı yitiren anlayışı nasıl eleştiriyorsam, insanı anlatacağım derken sanatın var oluş nedenlerini dikkat ve duyarlıktan kaçıran, insanı hayatın bağlamından koparan, kekeme ve konjonktürel anlayışı da aynı biçimde eleştiriyorum. Umarım ki yazdıklarımla, bu olumsuzluklara eklenmiyorumdur.

“Bir Kentin Gizli Tarihi”nin hemen her şiirinde İzmir var. İzmir sizin için ne anlama geliyor ve nasıl şiire dönüşüyor?

İşimi, aşımı, aşkımı, yorgunluklarımı, başarılarımı, onurlarımı ya da yıkımlarımı, kısaca bugün ne isem hepsini borçlu olduğum bir kentten söz ediyoruz. İzmir benim için, tepeden tırnağa bir esin, güç ve cesaret kaynağıdır. Bunu mikro milliyetçi bir anlayışla, temelsiz bir kent övgüsüyle ya da sağlaması yapılmamış bir aidiyet duygusuyla söylemediğimin kanıtı, başta 9 Eylül’dekiler olmak üzere, bugüne kadar İzmir üstüne yazdığım sayfalardır. “Sevgilim” dediğim bu kentle aramda, doğru okumaya, algılamaya ve dünü bilme-bugünü anlama-yarına dair teklif ve temenniler üretip, uğruna elimden geleni yapma diyalektiğine dayanan bir ilişki var. Bu ilişki, ne yalnızca yakınmaya, ne de salt muhalif söylem ve eleştirilerle yetinip, bir köşeden olup biteni izleme konforuna, ne de kişisel çıkar beklentisine dayanır. İzmir’le aramda, iyi bir hemşeri olma çabasındaki herkes gibi, karşılıklı hak, yetki ve sorumluluk olduğuna inanıyorum. İzmir’i sevmeye, aidiyet biriktirmeye, yalnızca boyoz, çiğdem, asfalya, gevrek demek yetmez. Belki de, bu şirinliklerin nereden ve nasıl kaynaklandığını bilmekle işe koyulmalıyız. Övgülerimizi, yergilerimizi, yakınmalarımızı, beklentilerimizi başka türlü dillendiremez, fal açmaktan öteye geçemeyiz. Biz kadim bir kültürler harmanın, uygarlıklar birikiminin, müthiş bir hafıza deposunun üstünde yaşıyoruz. Hepimizin niteliğini, biraz da bunu bilmenin, ne söylediğimizin ve eylediğimizin kalibresi belirliyor. Orhan Beşikçi, İlhan Pınar, Oktay Gökdemir gibi tarihçi ya da kent gözlemcisinin yazdıkları, dünden bugüne İzmir’e yapıtlarında yer verenler, bizim için daha ne yapsın? Kitabıma dönelim. “Bir Kentin Gizli Tarihi”ndeki şiirler başta olmak üzere, İzmir’e dair yazdığım her şey bireysel bir tarihle kent tarihinin, kokusunun, dokusunun kesişme noktalarının ürünüdür. Resmi tarihin ya da kanıksanmış ve hatta sakıza dönmüş söylemlerin ötesinde, bir adımı bile kentten azade düşünülemeyecek bir yolculuğun tortularından oluşmaktadır. Semtleriyle, insanlarıyla, uzak-yakın tarihiyle, hatır ve hatıralarıyla hayatımı belirleyen ne varsa, hepsinden izler taşımaktadır. Vefamdan, saygımdan, minnetimden, bir o kadar hüzünlerimden, düş kırıklarımdan, yorgunluklarımdan ama büyük umutlarımdan ve onlara dair inadımdan beslenmektedir. Şiirde “Sivil ve kişisel tarihle bir kentin buluşması” örneği sayılır mı, bilemem. Bu şiirleri İzmir yazdırdı ve ben onları sevgilime karşı birer saygı duruşu olarak adlandırıyorum. Elbette bu duruşla yazdıklarım, kitaptaki 30 şiirden ibaret değil. Göreceği ilgi, İzmir’e dair öteki şiirlerimin de yolunu açacaktır.

Kitap sunuş açısından da farklılıklar taşıyor. Onlara dair neler söylersiniz?

Kitabımın İzmir’de yayınlanmasını çok önemsiyor, kentin var oluş mücadelesi veren yayıncılık çabasına bir katkı olarak görüyorum. Bu bağlamda bir kahraman saydığım Ercan Günaydın dostuma teşekkür ediyorum. Bundan böyle Yağmur Yayın Grubu ailesinde olduğumu bildirmek isterim. Şu anda “Şarkıcı” ve “Harikalar Mutfağı” adlı çocuk kitaplarım, Hale Gökalpsezer dostum tarafından resimleniyor. “Bir Kentin Gizli Tarihi”nde alışılmadık bir yöntem izlendi. Kitapta, QR Kod denen bir yöntem uygulandı. Okurlar “Bir Kentin Gizli Tarihi”ndeki 12 şiiri, Aslıhan Işık’ın görsel tasarımları eşliğinde, Hülya Savaş’ın sesinden dinleyebilecekler. İki değerli sanatçının ve yol arkadaşımın büyük katkısı, kitaba ayrı bir özellik kazandırdı, ne kadar teşekkür etsem azdır.

Yayınevim yoğun bir imza günleri hazırlığında, elbette bunun için yaşadığımız günlerin biraz nefes aldırmasını bekliyoruz. Bu çabanın karşılıksız kalmayacağını umut ediyor, okurlarımıza ve görüşleriyle katkıda bulunacak herkese şimdiden teşekkür ediyorum. Elbette, kitabımla ilgili olarak ilk söyleşiyi gerçekleştiren gazetemi de unutmuyorum, çok yaşasın 9 Eylül!