Belgesel sinemanın, diğer medya türlerine göre toplumsal dönüşümün mecrası olmaya daha yatkın olduğu iddia edilir. Belgesel filmler, kameranın gerçeklikle şeffaf ve doğrudan bir ilişki kurduğu varsayımı üzerine oluşturulur. Kamusal söyleme daha hızlı ve yoğun bir biçimde dâhil olabildikleri, ayrıca tarihin karanlık sayfalarına ışık tutabildikleri söylenir.

Belgesel filmlerin işlevlerini zaman boyutuna göre üçe ayırmak mümkün: Geçmişte yaşanılanlara bugünden bakabilmek, şimdiyi kaydedebilmek ve yarına bir köprü kurabilmek. Bu yüzden belgesel filmler, toplumsal hafızanın canlı tutulmasına aracılık ederek geleceği de şekillendirir.

Sınır ve Ölüm: Kurguya mahal vermeden gerçeği anlatmak istedik

Gerçekliğe dayanan bir senaryoyu estetik kaygılarla buluşturarak izleyiciye sunan gazetecilerden biri olan Mezopotamya Ajansı editörü Abdurrahman Gök, 2010-2011 yıllarında Van’da Dicle Haber Ajansı (DİHA) bölge büro şefi olarak çalıştığı dönemde “Sînor û Mirin (Sınır ve Ölüm)” belgeselini çekti. 2012 yılında 2. Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali’nde belgesel dalında ödül aldı. Van’ın İran sınırında geçimlerini “kaçakçılık” veya başka bir deyişle “gayri resmi ticaretle” sağlayan yurttaşların, sınırda her gün askerlerden gelen farklı bir müdahaleyle/saldırıyla karşı karşıya kalmalarını ele alan belgeselde çocuklar, gençler ve orta yaşlılar, ucunda ölüm olmasına rağmen bu işi yapmak zorunda olduklarını ifade ediyordu.

Bu belgeseli çekerken gazetecilik reflekslerinin önemli etkileri olduğunu belirten Gök, daha önce bu meseleyle ilgili birçok haber yaptıklarından konuya da vâkıf olduklarını söylüyor. Çekimlerde nasıl bir yöntem izlediklerini soruyorum Gök’e, “Kurguya mahal vermeden, yaşanılanları direkt yansıtmak istiyorduk” dedikten sonra şunları ekliyor:

  • TBMM’ye sunulan soru önergelerine verilen yanıtlar, ölüm ve yaralamaya sebep oldukları için asker ve yetkililer hakkında açılan davaların akıbeti, yıllık ölüm ve yaralama bilançoları, İran ile Türkiye arasındaki sınır ihlalleri ve vatandaşların ölümü konusunda daha önce vardıkları mutabakat ve sözleşmeleri inceleyip derledik. Bütün bunlar bize bu sınır bölgesinde insanların neden öldürüldüğünü ve sonrasında da failler hakkında neden hüküm verilmediği hakkında bir fikir veriyordu. Köylüler, güvenlik açısından daha çok kış aylarında karlı dönemlerde bu işi yapmanın daha kolay olduğunu belirtiyorlardı. Bu nedenle biz de bu mevsimin belgeseli çekmek için daha uygun olabileceğine karar verdik.

‘Geçimleri için başka olanak olsa ölümü göze almazlar’

Belgeselden sonra da sınır ölümlerinin durmayacağını bildiklerini söyleyen Gök, “ölümlerin çoğunun bir devlet politikası olduğunu belirten belgelere ulaşarak kısmen de olsa bu politikayı teşhir ettiklerini” ifade ediyor.

Belgeselde işledikleri konunun hâlâ güncel bir sorun olduğunu hatırlatıyorum. “Devletin Kürt politikası değişmediği sürece sınırda ölümler yaşanmaya devam edecek” derken şunları da söylüyor:

  • Bir tarafta tonlarca mal, milyon dolarlarca kaçakçılık yapanlara göz yuman devlet, diğer taraftan çocuklarının rızkı için bir bidon mazotu katıra yüklemiş bir vatandaşa yaptıkları… Bu başka neyle açıklanabilir ki? Sınır kapılarını kapatırsanız, vatandaşların resmi olarak sınır ticareti yapmalarını engellerseniz, yaylalarını ve meralarını güvenlik bölgesi gerekçesiyle yasaklarsanız, kurak ve çorak topraklarına suyun ulaşımını sağlamazsanız, bu insanlar ne yapacak, nasıl geçimlerini sağlayacak? Hâl böyle olunca saldırıda yaşamını yitiren arkadaşını, akrabasını toprağa veren köylü, karanlık bastığında tekrar o ölüm yolculuğuna çıkmak zorunda kalıyor. Bu insanlar geçimlerini sağlayabilecek küçük bir olanağa bile sahip olsalar onca zorluğu, yaralanmayı ve ölümü göze almazlar.

Kayıt Odası: ‘Sinema faaliyeti değil, gazetecilik faaliyeti’

2018 yılı mart ayında çektiği ve foto muhabirlik yaptığı Anadolu Ajansı’nın (AA) da tüm dünyaya servis ettiği fotoğraflar gerekçe gösterilerek KHK 667 kapsamında işten atılan serbest gazeteci Ensar Özdemir, “Zırha Takılan Çığlıklar”, “Corona Günlerinde ‘Hukuk’” ve “Kayıt Odası” belgesel serisinin yönetmenliğini yaptı. Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı kapsamında çektiği “Kayıt Odası” belgeselinde yaşamının herhangi bir evresinde hukuksuzluğa uğramış bireylerin yaşadıklarına ve tanıklıklara yer vererek kayıt altına alınması sağladı.

Yaptığı çalışmaları sinema faaliyeti yerine, gazetecilik faaliyeti olarak değerlendiren Özdemir, ilk belgeselini çekmek için arabasını satıp ekipman eksikliklerini giderdiğini söylüyor. Çektiği belgesellerin yeterli ilgiyi görüp görmediğini soruyorum. Belgeselleri hedeflediği kitleye ulaşsa da yeteri kadar ilgi görmediği belirterek “Sizi çok öfkelendiren bir konunun aslında toplumun büyük bir bölümünün gündeminde dahi olmadığını görüyorsunuz” diyor.

‘Başıma bir şey gelmesin’ endişesi

Özdemir’in Kayıt Odası belgeselinde, her grubu temsilen biriyle sohbet ettiğini görüyorum, ardından merakla “Belgeselde yer almayı nasıl kabul ettiler” diye soruyorum. Şu yanıtı veriyor:

  • Türkiye’deki güncel siyasi gelişmelerin etkisi çok fazla hissediliyor. İnsanlar genellikle konuşmaktan çekiniyorlar. En sık karşılaştığım sorun, “Başıma bir şey gelmesin” endişesiydi. Örneğin işinden atılmış, tüm hakları elinden alınmış insanların “Bana daha fazla kötülük yapılmasın” endişesi çokça karşılaştığım bir şeydi. Bu yüzden her bölüm için onlarca insanla görüştüm diyebilirim. Tabii görüştüklerimizin çok azıyla kamera karşısında konuşabildik.

Suyun gölgesi: Hasankeyf’in ardından bir ağıt

12 bin yıllık Hasankeyf’in üzerine Ilısu Barajı’nın inşa edilmesinden sonra baraj sularının yükselmesiyle tarih sulara gömüldü. Çok sayıda gazete konuyu “Su altında kalan 12 bin yıllık Hasankeyf teknelerle gezilecek,” “Baraj suları yükseldi, Hasankeyf’e girişler kapatıldı,” “12 bin yıllık Hasankeyf’e son bakış” başlıklarıyla işledi.

Hasankeyf’te barajın yükselmesiyle peyderpey 199 köy ve bir ilçe sular altında kaldı. Serbest gazeteci Metin Yoksu’nun annesi de köyünün sular altında kaldığını görüyor bir fotoğrafta ve ardından ağıt yakmaya başlıyor. Batman’da gazetecilik yaptığı dönemde barajın ve köylerin durumunu yakından takip eden Metin Yoksu, kaydedilen ağıtın kendisine ulaşmasıyla “Sîya Avê (Suyun Gölgesi)” belgeselini çekmeye karar veriyor. Günümüzde ortalama bir haberin ömrünün kısa olduğunu belirterek bunu daha kalıcı bir çalışma hâline getiriyor. Yönetmenliği sadece yazılması gereken bir ibare olduğu için ve film kısmını da bir tanımlama için kullandığını ifade eden Yoksu, “Ben gazeteciyim ve çektiğim bir haber belgeseli” diyor.

‘Bizim coğrafyamızda hikâye çok’

Yoksu, annesi Firyaz ve aynı zamanda ondan habersiz köyü sular altında kaldığı için ağıt yakan Habibe’nin köylerini bir kez daha görmeye geldikleri sırada çekiyor belgeseli. İnsanların acıları ve yok edilen hafıza üzerinden prim sağlamak istemediğini söyleyen Yoksu, belgeselini uluslararası festivallere yollamak yerine ücretsiz platformlardan yayımlıyor. Belgeselini gazetecilik yaptığı sırada çeken Yoksu, bu film için “sıfır bütçesi” olduğunu belirterek şunları söylüyor:

  • Ben Siirt’in bir köyüne haber yapmaya gittiğimde yol üstünde 5 bin yıllık Tel Fafan, yani Mezopotamya’nın ilk liman kentinin sular altında kaldığını görüyordum ve orayı çekiyordum. Sonra bu görüntüyü aynı zamanda haber yapıyor ve bir kısmını da “Sîya Avê (Suyun Gölgesi)” için çekiyordum. Herkes gibi ben de benzer zorluklar yaşadım. Ama elimde bulunan hikâye çok güçlüydü. Hikâyeye güveniyordum çünkü benim için sadece bir proje değildi. Bizim coğrafyamızda hikâye çok ama maalesef bunları çekecek gazeteci sayısı ve kurum sayısı çok az.