Hazırlayan/ Yaşar AKSOY

“Kadir Mısıroğlu’nun Sebil dergisinde, Ertuğrul Düzdağ, Mustafa Armağan (iki adet), Ayşe Hür yazılarını okuyalım. “DerinTarih” dergisi Aralık 2019 sayısı bu geçmiş yazıların yeni bir versiyonudur. Bu yazarların, bir Milli Mücadele kahramanından ne istediği konusunda ihtimalleri okuyucuların vicdanına bırakıyoruz... Yazıklar olsun demek en kibar lafımızdır. Ne diyelim? Vatan sağ olsun ”

“Gerçek hedefleri Cumhuriyet Tarihi’dir.. Sistematik saldırıyorlar.. Kanla, emekle, alın teri ile kurulan bir milli devleti yok edip onun yerine karanlık bir rejimi getirme davasıdır bu.. 15 Temmuz darbesini de yaşadık ve her gün Emperyalizmin güdümündeki etnik terör sebebiyle şehit cenazelerini uğurluyoruz. Ama bunların dertleri, başta Atatürk olmak üzere milli değerlerimizi yok etmektir..”

31 yaşında şehit olan Hasan Tahsin’i sistemli biçimde yıllardır ret eden, sanki bilinçli bir “vatan haini” imiş gibi suçlayan, İngiliz savaş gemisine binip kaçan; çünkü vatanı satmış olan Padişah Vahdettin ve onu destekleyen nice politikacı, Şeyhülislam ve din adamı ve satılmış kumandan sanki yokmuş gibi; terörle ve dış düşmanla boğuşan günümüz Türkiyesi’nde işi gücü bırakıp Hasan Tahsin’le uğraşanların yayınladıkları kitaplar arasında üçünü gündeme getirelim.

Yakın tarihimizde Gizli Çehreler, M.Ertuğrul Düzdağ (İz Yayıncılık, 2012). Bu kitaba göre Hasan Tahsin yakın tarihimizin ürkütücü karanlıkları içinde maske arkasına saklanmış çirkin bir yüzdür.

İzmir’in İşgali ve Sözde İlk Kurşun, Erdoğan Sorguç (Cinius Yayınları). Sorguç’a göre, İlk Kurşun şişirilmiş bir propaganda ürünüdür.

Hasan Tahsin Gerçeği, Eyüp Şahin (Ketebe Yayınları, 2019). Eski polis Eyüp Şahin’e göre, “Hasan Tahsin isminin şişirilmesini sebebi “Dönme” (Gizli Yahudi) olmasıydı. Böylece meydan, dönme ve dönmeseverlere kaldı. Artık “İlk Kurşun Anıtı” da tartışılır hale gelmiştir.. En hain denilen Sultan Vahdettin bile Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderen kişidir. Anadolu’da icraat yapanlar bu paraları nereden buldular? En azından ona o icraatı uygulama emrini, Sultan verdi.”

Bu kitapların yazarları sözlerinden de anlaşılacağı gibi, belirli bir siyasi kampa mensup radikal ve reaksiyoner kişilerdir. Aslında davaları, Atatürk Cumhuriyeti iledir. 2019 yılı başında yayınlanan ve defalarca baskı yapan “Hasan Tahsin – Yürekler Selanik” kitabımız, tüm bu iddiaları yerle yeksan etmiştir. Bu kişiler kendileri bir televizyon açık oturumu veya halka açık panel düzenlesinler, tek başıma geleceğim, bir vatan kahramanı nasıl savunulurmuş onlara göstereceğim. Şimdi sıra vahim gazete yazılarına geldi.

Hasan Tahsin’e saldırı yazıları

Birinci Yazı: M.Ertuğrul Düzdağ

Dönme Mezarlığından Sahneler (İbret Aynasındaki Çehreler)

M.Ertuğrul Düzdağ – Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü’nün Kadir Mısıroğlu’nun olduğu Sebil dergisi, 11 Haziran 1976, Sayı:24

“.. Dönmelerin kendi zümrelerine ait seçkinleri “Bülbül Deresindeki” meşhur dönme mezarlığında toplamak hususundaki gayretlerine bakınız ki, buraya 1919 yılında İzmir’de vefat etmiş bulunan Osman Nevres için de, yanda gördüğünüz anıt dikilmiştir. Bu keyfiyet epeyden beri etrafında büyük bir vaveyla koparılan gazeteci Osman Nevres’in esrarengiz şahsiyetini de ortaya çıkarmaktadır. Gerçekten Osman Nevres, iddia edildiği gibi büyük bir vatansever değildir. İzmir’e çıkarma yapan Yunan kuvvetlerine karşı ilk kurşunu attığı da şüphelidir.

Bu husus, “Bizim şeyhin kerameti olur kendinden menkul” tarzında dönmelerden mervidir. Ancak O’nun Selanikli ve dönme olmasından dolayıdır ki, bu mesnetsiz iddialar büyük ölçüde mübalağa edilmiş ve ismi etrafında bir kahraman imajı ihdas edilmiştir.

O, Yahudilerle sıkı işbirliği halinde olduğu bilinen İttihatçıların has adamı ve gerçekten deli fişek bir anarşist tiptir. Yazıları ve faaliyetleri bunu açıkça isbat eder bir muhteva taşımaktadır. Bugüne kadar onu methedenler ve adına anıtlar dikenler, gerçek hüviyeti üzerindeki perdeyi kaldırmaya cüret edememişlerdir ve yahut da bu işlerine gelmemiştir.

Ancak işte dönmelerin İstanbul’da Bülbül Deresi’ndeki meşhur mezarlıklarında (orada gömülü olmadığı halde adına rekzedilmiş bulunan bu abide Osman Nevres’in hakiki hüviyetine vukuf için kafi bir ipucudur.

Bu vesile ile şunu da söyleyelim ki; Yunan askerlerinin İzmir’e çıkarılışı esnasında milli ve dini mukavemeti temsil ederek kahramanlaşmış bir şahsiyet aranıyorsa o da, Miralay Süleyman Fethi Bey’dir.

Gerçekten Miralay Fethi Bey “Zito Venizelos”, yani yaşasın Venizelos diye bağırmayı reddettiği için Kordon boyundaki karargahından deniz kenarına kadar kasatura darbeleri altında götürülmüş ve rıhtım üzerinde bir Müslüman teslimiyeti ile son sözü olan Kelime-i Şahadeti haykırarak şehadet şerbetini içmiştir. İzmir’in işgaline dair bütün resmi raporlarda kaydedilmiş bulunan bu vakadan şimdiye kadar kimse bahsetmemiştir. Çünkü Miralay Fethi bey, Osman Nevres gibi bir Selanik dönmesi değildi. Üstelik, O’nun babası İzzi Efendi, İstanbul’da Sirkeci’de halen mevcut olan Salkım Söğüt Dergahı’nın postnişini idi.

Görgü şahitlerinden dinlediğimize nazaran, İzzi Efendi bir gün zikir esnasında aniden ayağa kalkarak:

“.. Eyvvaaah oğlumu şehit ettiler!.. Fethi’mi süngülediler”, diye feryad etmiştir. Müridleri kendisini teskin eylemeye çalışarak:

“.. Bunu nereden çıkarıyorsunuz Efendi Hazretleri, oğlunuz İzmir’de değil mi?” demişlerse de Efendi, bir türlü teskin olmayarak feryadına devam etmiştir.

Sonradan gazetelerden Fethi Bey’in “Zito Venizelos” diye bağırmamak için mukavemet ettiğinden dolayı kasatura darbeleri altında şehit edilerek rıhtımdan denize atıldığı öğrenilince, bunun tarih itibariyle İzzi Efendi’nin oğlu için feryat eylediği güne tekabül ettiği hayretle görülmüştür.

Dönmeler arasında bugüne kadar aziz vatanımız için kaç kahraman çıkmıştır ki; Osman Nevres de iddia edildiği gibi bir kahraman olabilsin!.. Ancak O’nun ismi etrafında uydurulan efsanenin hakiki sebebini, yukarıya konulmuş olan kitabeli anıtından kolayca anlayabilirsiniz. Tabii bu kitabede diğer birçokları gibi onun için de Fatiha taleb edilmesi, zevahiri kurtarmak içindir!..

İşte size, dönmelerin gömüldüğü İstanbul Bülbül Deresi’ndeki mezarlıkta bulunan kitabelerden bir diğeri. Dikkat buyurulursa dönmelerin hemen hepsinin mezar taşlarına fotoğrafları konulmuştur. Bugün maalesef bazı kendini bilmezlerin Müslüman mezarlıklarında da tatbike kalkıştıkları bu usulün dönmelerin icadkerdeleri olduğunu anlamak için, sadece bu dönme mezarlığını şöyle bir dolaşmak kafidir sanırız.

Yanda klişesini gördüğünüz mezar taşı Selanikli muharrir Abdi Tevfik’e aitmiş. Bunun hüviyeti için fazla söz söylemeye lüzum yoktur sanırız. Zira her şey bu mezar taşından bellidir. Bülbül Deresi’ndeki dönme mezarlığında adım başında bir rastlanan İpekçi’lerden bir diğerinin mezar taşı. Yine resimli ve gayri İslami bir mezar üslubu.

Yukarıda iki büyük dönme ailesine ait iki mezar taşını yan yana görüyorsunuz. Dilberler ve İpekçiler, denilebilir ki Bülbül Deresi’ndeki dönme mezarlığında en çok mezarı bulunan iki büyük ailedir. Gerçekten burasını dolaşanlar adım başında bir İpekçi ve Dilber soyadındaki müteveffanın mezarına rastlar.

Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’ın ilanına kadar gayrı müslimleri hususi olan kıyafetlerinden dolayı kolaylıkla tanımak mümkündü. Fakat Tanzimat müslim-gayri müslim farklarını tamamen ortadan kaldırdı. Üstelik Türkçe soyadları da aldılar. İsimlerinin ilk harfi ile iktifa edip soyadlarını kullandıklarından iyice teşhis edilemez olmuşlardır. Dönmelerin ise, adları da soyadları da Türkçedir. Onları teşhis için artık yegane çare, Bülbülderesi’nde bir araştırma yapmaktır. TRT eski Umum Müdürü İsmail Cem İpekçi’yi bu vesile ile hatırlamamak elden gelmiyor.”

Yaşar Aksoy’un yanıtı

Hasan Tahsin’in Türklüğünden ve Müslümanlığından şüphe ederek, O’na karanlık bir Yahudi dönmesi suçlaması getiren tüm yobaz akımlar, “Keşke Yunan galip gelseydi, onların yönetiminde daha mutlu olurduk, en azından Saltanat, Hilafet, Şeriat ayakta kalırdı” lafını televizyonlarda söyleyen ve bu sözünden asla geri dönmeyen fesli Kadir Mısıroğlu’nun sahibi ve yazı müdürü olduğu dergideki M.Ertuğrul Düzdağ’ın bu yazısından hızla kaynaklanıp geniş bir çevreye yayılmıştır. Bu yüzden bu karanlık ırkçı yazı tarihi bir belgedir.

Şu bilgiyi yorumsuz vermemizde fayda var..

Bir Haber: 160 sayfa önsözle Atatürk’e hakaret - Mustafa Küçük - 30.06.2006 – Hürriyet: “AKP’li Silivri Belediyesi’nin lise öğrencilerine bedava dağıttığı Mehmet Akif Ersoy’un ’Safahat’ adlı eserinin 160 sayfalık önsözünde Atatürk’e ve devrimlere ağır hakaretler edildi. Risale-i Nur hizmetinde eğitimine başlayan ve Zaman gazetesinde köşe yazarlığı yapan M.Ertuğrul Düzdağ’ın kaleme aldığı önsöz yüzünden, Eğitim Sen ile Atatürkçü Düşünce Derneği’nin şikayeti üzerine kitabın dağıtımı durduruldu.

İkinci yazı: Mustafa Armağan

“Derin Tarih” dergisi yayıncısı Mustafa Armağan’ın 20.05.2012 tarihli Yeni Şafak’ta yayınlanan “Atatürk, Hasan Tahsin'in adını neden anmadı?” başlıklı yazısından tek cümlesini alalım:

“ Garibinize gitti biliyorum ama Atatürk'ün ne 1919'da, ne de daha sonra Hasan Tahsin şunu yaptı, bunu yaptı türünden bir açıklamasını bulabilmiş değiliz. Olsaydı zaten allayıp pullayıp "İlk Kurşun Anıtı"nın alnına kazırlardı. Gerçekten de tuhaf bir durum. Neden yok acaba? Atatürk, hemşerisi Hasan Tahsin'in ismini duymamış olabilir mi? Bütün hikâye, 1972'de İzmir Gazeteciler Cemiyeti'nce çıkarılan "Anıt Adam" (yazan: Zeynel Kozanoğlu) kitabıyla başlamış ve inkılap tarihlerinde ismi geçmeyen birisi, kitapların baş köşesine kurulmaya başlamıştır.

Yaşar Aksoy’un yanıtı

Mustafa Armağan, kendinden önceki geleneksel Hasan Tahsin düşmanlığının etkisinde kaldığını bildiğim bu yazısı ile ilgili olarak yayınlanmadan önce beni arasa idi, birçok şeyi düzeltebileceğimi söyleyebilirim. Bu yazısı da talihsiz bir yazıdır. Atatürk ile Hasan Tahsin arasında kurulabilecek en ciddi ve gerçek bağlantı, ikisinin de vatan için kelle koltukta mücadele etmiş iki milli kahraman olduklarıdır.

Üçüncü yazı: Mustafa Armağan

Mustafa Armağan, Zaman gazetesinde, 28 Eylül 2014 tarihli ve “Hasan Tahsin efsanesi yerine Süleyman Fethi gerçeği” başlıklı yazısında Hasan Tahsin’e alternatif olarak Şehit Miralay Süleyman Fethi Bey’i göstermiş ve gerçek kahramanın bu asker şehidimiz olduğunu ısrarla belirtmiştir..

Ben bu konuda Süleyman Fethi Bey’in milli hüviyeti ve asla unutulmaması konusunda yıllarca çok uyarıcı yazılar yazdım. Armağan’ın Hasan Tahsin’i küçük düşüren Yeni Şafak’taki 20.5.2012 tarihli yazısından sonra Zaman gazetesinde yayınlanan 28 Eylül 2014 tarihli yazısı, artık küçük düşürücü değil, tam bir yerin dibine batırıcı değerlendirmedir. Armağan, içinde bulunduğu siyasi kampın değer yargıları doğrultusunda yazdığı bu yazılarında pek vahim yanlışlıklar ve haksızlıklar yaptı. Sadece Süleyman Fethi Bey’in isminin Konak’ta İlk Kurşun Anıtı üzerindeki ilk şehitler listesinde ismini yazdırılmadığı konusunu düzeltelim; orada şanlı şehidimizin ismi bal gibi yazılıdır. Bizim için Süleyman Fethi Bey ile gazeteci Hasan Tahsin birbirinden ayrılmaz iki sembol şehidimizdir. İkisine de rahmet diliyoruz.

Dördüncü yazı: Ayşe Hür

“İzmir’de ilk kurşunu kim attı?..” gibi sansasyonel bir başlık taşıyan bu yazıyı da Cumhuriyet tarihimizi yerin dibine batırmak için didinen Ayşe Hür, 16.05.2010 tarihinde Taraf gazetesinde yayınladı.

Hasan Tahsin’in yaşamını hakkında şüpheler uyandıracak bir yazı yazan Ayşe Hür’ün uzun yazısından bir cümleyi buraya alalım:

“Ancak, İzmirli okurumuz, Fadıl Kocagöz’ün, yürüyüşünden dolayı ‘Lüp Lüp’ lakabıyla tanınan anne tarafından akrabası Lütfi Osmanzade Bey’den dinlediği hikâye ise şöyleydi: “Maşatlık’taki nümayiş dağıldıktan sonra, İttihatçıların Rumların arasına sızdırdığı ajanları ‘Gâvur’ Mümin ve Hasan Tahsin, gazete yazıhanesine gelip içmeye ve tartışmaya başlarlar. Hasan Tahsin’in tüberkülozuyla birlikte artan alkol düşkünlüğü, son dönemde akli melekeleri üzerinde olumsuz etki göstermektedir. Mümin Bey, Hasan Tahsin’e bir türlü söz geçirememektedir. Eğer tasarladığını yaparsa, büyük bir katliama sebebiyet vereceğini, tarihe bu lekeyle mi geçmek istediği sorusunu sorarak yanından ayrılır; çünkü halasının evindeki el bombalarını saklaması gerekmektedir. Eve geldiğinde halasına ‘intihar edecek’ demiştir. Nitekim Hasan Tahsin içmeye devam eder ve sabah, yanında bir el bombası ve iki dolu revolver (muhtemelen Luger) Punta’ya gider. Yıllar önce de uyguladığı klasik suikast yöntemiyle önce bombayı atar sonra mermileri boşaltır.” Sonrası malum... Hasan Tahsin’in suikastçı hezeyanları yüzünden yüzlerce insan ölür.”

Yaşar Aksoy’un yanıtı

Bilimsel tarihçi olarak değil, bir ideolojik kampın inatçı ve çalışkan kalemi olarak gördüğüm Ayşe Hür Hanımefendi’nin her ulusal değerimizi yerle bir etme enerjisi ile dopdolu olduğunu ben değil, kendisi de dahil herkes kabul eder. Bu yüzden bu yazıyı da baştan sona geniş biçimde eleştirecek ne vaktim ne de isteğim var.

Ancak yazıdaki bir şeye çok güldüm. Bizim Milli Takımın, Galatasaray ve Karşıyaka Spor Kulübü’nün 1930-40’lardaki ünlü futbolcusu Osmanzade Lütfü Aksoy ağabeyimizin güya Fadıl Kocagöz’e söylediği Gavur Mümin ile ilgili baştan sona hayali iddianın, Ayşe Hür tarafından Taraf gazetesi sütunlarına taşınır iken, Lütfü ağabeyden “Lüp Lüp” diye söz etmesi beni kahkahalara boğdu.

Güya Fadıl rahmetlimiz, ona bu kişiden söz ederken “Lüp Lüp” gibi bir takma ismi olduğunu belirtmiş. Fadıl’ın bizim Lütfü ağabeyimize “Lüp Lüp” diyebileceğini asla tahmin etmem, yani bu durumda Ayşe Hanımefendi söyleneni yanlış anladı.

İşin doğrusu Lütfü Aksoy’un lakabı “Lüp Lüp” değil, “Lap Lap”tır. İri yarı gövdesi ile büyük kramponlu ayakkabıları ile o zamanın toprak futbol zeminine öyle sıkı basarmış ki, “Lap.. Lap..” diye ses çıkarırmış. Tribünler koymuş bu ismi.. Bu lakap oradan, yani stadyumlardan kalmış işte. “Lüp Lüp” de nerden çıktı allasen?

Belki bol alkollü entelektüel sosyal bir ortamda Fadıl ile Ayşe söyleşirlerken, sevgili Fadıl’ın ağzından çıkan “Lap Lap”, Ayşe’nin kulağında “Lüp Lüp”e dönüştü. Başka eleştirim yok..