Dr. M. Tuğrul ŞAHBAZ / Güzelbahçe Kültür, Çevre Ve Güzelleştirme Derneği (GÜLDER)Başkanı

Türkiye Cumhuriyeti’ni tasarlayan kadroların ortaya koyduğu vizyonla kurulan ve kamunun malı olan sanayi tesisleri, tarımsal araştırma enstitüleri, Atatürk Orman Çiftliği gibi örnek tarım işletmeleri, köy enstitüleri, halk evleri vb. (aslında hepsini saymaya kalktığımızda ayrı bir yazı konusu olacak kadar çok kurum çıkar) pek çok kazanım 1960’lardan başlayarak sistemli biçimde yok edildi. Kamunun yararına mal ve çeşitli hizmetler üreten bu kuruluşlar, Türkiye’nin çağdaş bir toplum haline gelmesinde önder kadroları yetiştirmenin yanı sıra kamusal olan alanı toplumun gözünde yüceltirken, kamunun mali gücünü de yaratıyordu. Bugünlerde devletin giderek iç ve dış piyasalara ödeme yapamaz hale düşmesinin sonucunda artık bütün yükler halkın sırtına yıkılmaya başlandı. Adaletin, eğitimin, sağlığın, elektrik-doğalgaz gibi enerji kaynaklarının giderek ödeyemeyeceğimiz düzeylere çıkması aslında 70 yıldır devam eden talanın sonucudur.
2000’li yılların başından bu yana sıcak para kaynaklarını kaybeden iktidar, elindeki son çare olarak doğal kaynaklarımızı ya doğrudan satıyor, ya 50 yıllığına kiralıyor, ya da ödeme garantili yap-işlet-devret modelleriyle bugünün borcunu gelecek kuşakların ve iktidarların kucağına bırakıyor.

***
Termik santrallerin ve yakınındaki kömür madenlerin yarattığı doğal çevre yıkımı ve toplum sağlığı sorunları, hidroelektrik santrali adı altında en yoğun olarak Karadeniz’de sularımızın sermayeye peşkeş çekilmesi, yeraltına reenjekte etmesi gereken termal suyu, yer üstüne veren jeotermal enerji santrallerinin tarımsal alanda yarattığı yıkım, altın başta olmak üzere pek çok yer altı kaynağımızın vahşi madencilik yöntemleri ile işlenmesi sonucunda Kaz Dağları'nda iyice belirginleşen orman kayıplarımız ve yer altı suyumuzun giderek kirlenmesi, en az zararlı olması gereken rüzgar enerji santrallerinin bile ormanlık alanlarımızı tahrip etmesi, en güzel sahillerimizin ‘turistik işletme’ adı altında halkın kullanımından koparılması, köylerin tüzel kişiliğini yok eden idari düzenlemelerle köylülere ait olan meraların, suların, arazilerin, ormanların özel sektöre devredilmesi halkın yaşam alanlarını korumak için devlete karşı mücadele etmesini zorunlu kılıyor.  Bu mücadeleyi veren kişiler ve kurumlar, üretime engel olmak, vatandaşın para kazanmasını önlemek, devletin kolluk güçlerine direnmek ve hatta giderek vatan haini olmakla bile suçlanıyor. O nedenle kamunun yararı dediğimiz kavram nedir, bunu yeniden tanımlamak ve herkesin anlayacağı şekilde formüle etmek önemli bir ihtiyaç haline geldi. Kamu yararı dediğimiz şey, en basit deyimiyle bugünkü toplumu oluşturan insanların çoğunluğunun yararı, hatta doğal çevrenin korunması ile gelecek kuşaklarımızın da yararı demektir. Sadece insanların da değil, insanlık olarak sadece bir parçası olduğumuz dünyamızın yararıdır.

Yapılan yatırım, iş vb. eğer sadece bir grup sermayedarın kazancını arttırıyor ve onların da ücreti karşılığında iş yaptırdığı bazı insanların yararına ise, burada kamusal yarar olduğunu kimse iddia edemez. Doğayı yıkıma uğratan işletmenin sahiplerinin Türk olması da kamu yararı açısından hiçbir anlam taşımaz. Ülkesine zarar veren herkes kamuya zararlıdır. Nasıl oluyor da, bu kavram böylesine ters yüz edilebiliyor. Burada en popüler propaganda aygıtları olan TV kanalları ve basın organlarının bu işten kazanç elde eden sermaye çevrelerinin elinde olması en önemli nedenlerden birisidir. Ancak yerel veya merkezi iktidar aygıtlarının, bu tür kararları alırken, toplumu hiç bilgilendirmeden, danışmadan karar alması da basının etkisi kadar önemli. Günümüz koşullarında TBMM’nin Türkiye ile ilgili kararların alınmasında pek bir etkisi kalmasa da, belediye meclislerinin yerel konularda yetkileri oldukça fazla. Peki acaba yerel meclislerimiz aldıkları kararları ne kadar halka ve örgütlerine danışarak, ortak akılla alıyorlar? Yaşadığımız yakın çevreyle ilgili alınan pek çok karara bakınca, bunların neredeyse hiçbirinde bırakın halkla ortak akılla karar almayı, çoğundan haberimizin bile olmadığını görüyoruz. Çevre mücadelesi için öncelikle yerel meclislerimizin üyelerinin demokratik yöntemlerle belirlenmesinden başlamalıyız. Eğer inisiyatifi bizler almazsak, başka çevrelerin almasından nasıl yakınabiliriz? Ancak burada kahramanlara da ihtiyacımız yok. Bir kenarda oturup, klavye başından, sosyal medya üzerinden başkalarına ne yapması gerektiğini söyleyerek, görevler dağıtıp, yapmadıkları üzerinden eleştirerek, mücadele olmaz. Karşımıza çıkan projelerin kamusal yararı olmadığı durumlarda bunlara karşı çıkarak, yani reaksiyon vererek, bir yere varmak çevre aktivistlerinin 'her şeye karşı' olarak adlandırılmasına yol açıyor. Bizler ne istemediğimizi ortaya koymak için vereceğimiz emeğin çok daha fazlasını 'ne istediğimizi göstermek' için harcamalıyız. Doğaya duyarlı olduğunu düşündüğümüz çevrelerle birlikte çevremizdeki sorunlara ilişkin genel politikaları ve çözümleri ortaya koymak için çalışmalıyız. Özetle temsil ettiğimiz kamusal alanın yararı için doğru ilkelerle, doğru insanlarla bir araya gelmekten başka bir çıkar yolumuz yok ve bu işe 'yerel'den başlamalıyız.