Hazırlayan/ Özde KOCA / Gökmen KÜÇÜKTAŞDEMİR
Bu hafta rotamızı, havasıyla, göz kamaştırıcı güzelliğiyle, lezzetli bademleriyle hayran bırakan Datça'ya çevirdik. Bakir, sessiz, huzurlu yerleri sevdiğimiz için Datça'nın merkezinden 50 dakika kadar uzaklıkta ve Datça'nın en uzun sahil şeridine sahip olan Palamutbükü'nde güzel bir taş evde kalmayı tercih ettik. Sahildeki birkaç evden oluşan bu köy, imar izni verilmediği, yolu çok sapa olduğu için henüz betona teslim olmamış. İlk gün yol yorgunluğunu Palamutbükü'nün sessiz sahilinde, zeytin ağaçlarının altında attık. Ertesi gün ilk durağımız, Datça yarımadasının ucundaki Knidos Antik Kenti'ydi. Yol boyunca, bir tarafta çiçeğe durmuş badem ağaçları, diğer tarafta ise zeytin bahçeleri bize eşlik etti. Bir tarlanın yanında durup fotoğraf çektik. Tarlanın sahibi topladığı çağla bademlerden ikram etti. Büyükşehirlerde bulamayacağımız sıcak sohbetin ardından yola devam ettik. Ve yüzümüzde tebessümle Knidos'a ulaştık.
Ege'nin Akdeniz'le buluştuğu bu antik kent, 'Burada yaşasaydım ölmezdim' dedirtiyor. Bölgedeki en eski yerleşimin Karyalılara ait olduğu düşünülüyor. Ancak kent altın çağı Dorlarla başlamış. M.Ö. 1000'li yıllarda Dorlar, Trakya'dan gelerek buraya yerleşmişler. Deniz ticaretinde önemli bir hakimiyet kuran şehir zenginleşince bugünkü Knidos kurulmuş. Antik kente girmeden önce ince bir geçitle anakaraya bağlanan bir ada gözünüze çarpar. Bu geçitin iki yanı Knidoslular tarafından liman olarak kullanılmış. Daha küçük olan kuzey limanı, askeri amaçla kullanılırken, güney limanında ise ticari faaliyetler yürütülmüş. Limanın girişindeki mendirek ve askeri limandaki kulenin kalıntıları bugüne ulaşmış durumda. Kentte 20 bin ve 10 bin kişilik 2 tiyatro yer alıyormuş. Ayrıca 4 bin 500 kişilik Odeon (konser salonu), tapınaklar, daha iyi korunmuş Liman Caddesi, nekropol alanı, sur duvarları gibi kalıntılar, Knidos'taki yaşamla ilgili ipuçları veriyor.
Çıplak afrodit kayıp
Deniz ticaretiyle giderek zenginleşen Knidoslular, bilime, sanata ve mimarlığa da önem vermişler. Ünlü filozof, astronom ve matematikçi Eudoxus, tanınmış doktor Euryphon, ressam Polygnotos ve Dünyanın Yedi Harikası'ndan biri olan İskenderiye Feneri’nin mimarı Sostratos, Knidos'ta yaşamış. Ayrıca şehrin en güzel noktalarından birine konumlandırılmış Afrodit (Aphrodite) Tapınağı'nın ortasında durduğu bilinen Knidos Afroditi, çağın en ünlü heykeltraşı Praxiteles tarafından yapılmış. Bugüne kadar yapılmış en güzel Afrodit heykeli olan heykeli görmek için birçok insan Knidos'a akın edermiş. Dönemin sikkelerinde bile tasvir edilen, bir çok sanatçının esin kaynağı olan heykel ne yazık ki bugün kayıp. 1800'lü yıllarda dönemin padişahının izniyle Knidos'ta kazı yaparak bir çok eseri yurtdışına kaçıran İngiliz arkeolog Charles Newton'ın yürüttüğü yağmalar sırasında Knidos uygarlığının simgelerinden olan Knidos Aslanı da, Osmanlı padişahının izniyle 1858’te İngiltere’ye götürülmüş. Şehir, ikinci kez 1967-1977 yıllarında buradaki kazı çalışmalarını yürüten Amerikalı Prof. Iris Love tarafından tahrip edilmiş. Iris Love da dillere destan Afrodit heykelinin peşine düşerek onu bulma umuduyla antik kenti köstebek yuvasına çevirmiş. Neyseki Türk yetkililerin aklı başına gelmiş de şehirde götürülmedik bir taşlar kaldığında kazı çalışmasının yönetimi, 1988 yılında Selçuk Ünivesitesi'ne aktarılmış.
Gelelim akibeti hala bilinmeyen aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit'in çıplak heykelinin hikayesine... Rivayete göre, Lindos, Ialysos, Halikarnassos, Kameiros ve Knidos'la birlikte Dor birliğinde olan Kos, heykeltraş Praxiteles'ten kent için bir Afrodit heykeli yapmasını ister. Ünlü sanatçı, biri üstünde kıvamlı bir kumaş olan, diğeri de çıplak iki heykel yapmış. Giyinik olanı Kos yönetimi beğenip almış. 'Çıplak Afrodit' olarak da bilinen Knidos Afroditi de, burada kalmış. Praxiteles de, çıplak bir kadın figürünü cesurca heykele uyarlayan ilk sanatçı olarak tarihe geçmiş.
İhracat merkezi
Bugün adı geçmese de zamanında Knidos, önemli bir şarap ihraç merkeziymiş. Hazmı kolaylaştırdığı düşünülen Knidos şarabının, Doğu Akdeniz, Karadeniz ve hatta Atina'ya gönderildiği bilinir. Tabi bu bilgiye buralardaki antik şehirlerde bulunan amforalardan ulaşılıyor. Çünkü antik çağda içine şarap, zeytinyağı gibi ürünler konulup gemilere yüklenen amforalara, ihraç edildiği şehrin mühürü basılıyor ve tüccarın adı yazılıyor. Böylece antik dünyanın ticaret ağı, yüzlerce yıl sonra bile gözler önüne seriliyor.
Bu görkemli kentin çöküşü Spartalılarla başlamış. Spartalılar, burayı koloni kenti olarak görmüş. Daha sonra Lidyalıların egemenliği altına giren şehre, M.Ö. 546 yılında Persler hakim olmuş. Roma İmparatorluğu ile Seleukos Krallığı'nın savaşında Roma'nın yanında yer alan Knidos, Pergamon'a katılmış. Kent, Bizans zamanında bir süre piskoposluk merkezi olarak kullanılmış. Bir yandan depremler, bir yandan korsan saldırılarıyla giderek güçsüzleşen Knidos, M.S. 7'nci yüzyılda terk edilmiş.
Can Yücel'in Datça'sı
Bir yeri tanımanın en iyi yolu, sokaklarını arşınlamaktır. O yüzden biz de Datça'nın merkezinden çok, eski Datça'yı gezmeyi tercih ettik. Eski Datça, tek ve iki katlı taş evleri, renk renk begonvillerin, sarmaşıkların kapladığı, arnavut kaldırımlı dar sokaklarıyla samimiyetini ortaya koyuyor. Evlerin önünde saksılarca çiçek, mavi boyalı kapılar, şirin perdeli pencereler karşılıyor sizi. Datçalılar da oldukça dost canlısı ve samimi insanlar.
Tabiki Datça deyince akla gelen ilk isim, usta şair Can Yücel. Eski Datça'da da şairin son 10 yılını geçirdiği evi mevcut. Can Yücel'in vazgeçilmez mekanı olan Eski Datça'nın girişindeki “Orhan'ın Kahvesi”nde de büyük ustaya dair anılar bulmak mümkün. Şairin oturduğu köşe, aynı şekliyle korunurken, ölmeden önce yarım bıraktığı şarap da halen kahvenin bir köşesinde duruyor. Gezimiz boyunca Can Yücel'in Datça'yı neden buraya gömülmek isteyecek kadar çok sevdiğini anladık. Ne diyordu usta şair 'Vasiyet'inde:
“Beni kuzum Datça’ya gömün
Geçin Ankara’yı, İstanbul’u!”
Hayatın nabzını bulun
Datça'ya gelirseniz Eski Datça'ya da uğramadan, sokağa atılmış sandalyeye oturup bir kahve içmeden ayrılmayın. Buraya gelmeden önce internetten, burayı gezmenin gereksiz olduğu, görülmeye değer bir şey de olmadığına ilişkin yorumlar okuduk. Siz de o yazılanlara denk gelebilirsiniz. Ama aldırmayın. Tarihi yerlerin ruhunu, başka hiçbir yerde hissedemezsiniz. Büyükşehirde taş bir evin önünde su kuyusu göremezsiniz mesela. Ya da dallarını meyve basmış bir ağaç bulamazsınız sokak ortasında. Örneğin göğe uzanan bir çınar ağacının gölgesinde soluklanamazsınız. Dükkanından çıkan bir esnaf, halinizi hatrınızı sormaz. Bir bardak çay eşliğinde hoş sohbet tutturmaz. Yahut bahçedeki limon ağacının yola sarkan dalından limon kopardığınızı gören sahibi, 'Afiyet olsun' demez gülümseyerek. Çünkü kentlerde her şey birilerine aittir. Güzel bir manzara için bile bir bedel ödemeniz gerekir. O yüzden bizden size öneri, gittiğimiz her yerde gezilecek arka sokaklar, misafirperver köyler bulun. Hayatın nabzı asıl oralarda atıyor, insan yaşadığını böyle anlarda anlıyor.
Köyde sanat merkezi
Her güzel şeyin bir sonu var ne yazık ki. Datça'dan ayrılırken Yaka köyünde, yolumuz üstündeki Uluslararası Knidos Kültür Sanat Akademisi'ne (UKKSA) uğruyoruz. Açıkhava sergisi olarak tasarlanmış bahçesi, kurslarda ortaya çıkan ürünlerin sergilenip satıldığı dükkanı, kapalı sergi salonu ve atölyeleriyle tam bir sanat merkezi burası. Baharın gelişiyle birlikte resim, seramik, baskı, heykel gibi kursların yeniden açılacağını belirten UKKSA yetkilileri, kurs süresince uluslararası üne sahip sanatçıların da konuk olduğunu söyledi. Yeni açılacak kurslarla ve etkinliklerle ilgili detaylı bilgiye, http://www.ukksakademi.com internet sitesinden ulaşabilirsiniz.