Açelya GÖRGÜ

Amerika’da banliyöde, çok odalı, mutfak penceresi bahçeye bakan, büyük bahçeli evlerde oturan, güzel giyimli, incili kadınlardır Stepford kadınları. Her zaman kusursuz makyajları, yapılı saçları ve hiç abartısız, bir o kadar da gösterişli kıyafetleriyle gezerler. Kocaları ve çocuklarının etrafında dönen bir hayatları vardır. Hayatlarını kendilerinden emin olarak yaşarlar. Hiç ayıpları ve kusurları yoktur onların ya da bize kendilerini öyle gösterirler. Birçok filmde onların karanlık yüzü anlatılır. Son yıllarda bizim ülkemizde de bu tip kadın grupları oluştu. Belki hep vardı ve ben görmüyordum.

Bu kadınların bizim ülkemizde versiyonu şöyle; Büyük sitelerde, büyük camlı evlerin içinde, büyük mutfaklarında, en pahalı kahve makinasıyla yapılan Türk kahvelerini yudumlayıp, en organik yumurtadan yapılmış cheesecakelerini yiyorlar. Her zaman fönlü saçları ve uzun tırnaklarıyla dört dörtlük hayatlarını sosyal medya sitelerinde sergilemekten geri kalmıyorlar. Hayattan beklentileri, sabah kahvaltısındaki peynirden ibaretmiş gibi görünüyorlar. Bu kadınların en önemli görevi, ailesinin ayıplarını ve olumsuzluklarını örtmeye çalışmak. En iyi anneler, ev işlerini en iyi yapan (tabi arka planda hizmetçiler olmak üzere) en iyi mutfak bilgilisine sahipler, en iyi ve zengin sofrayı onlar kurarlar... Her şeyin en iyisi olduklarını iddia ettikleri gibi bunu sergilemekten de çekinmiyorlar.

Şimdi bu kadınlar karantinada. En büyük endişeye, en büyük stoklara sahipler. Okullar kapanır kapanmaz kendilerini dış dünyaya kapattılar, ruh halleriyle savaş vermeye başladılar. Her şey onlara ağır gelecekti farkında değildiler. Daha okullar kapanmadan çocuklarını göndermemeye başladılar. Tüm dünya basınını takip edip endişelerini büyüttüler. Fransız haber kanalları, Alman gazeteleri, İngiliz twitleri okuyup engin korona bilgilerini geliştirdiler. İlk Kovid-19 demeye onlar başladı. Irkçılığın anlamı yoktu. Çevrelerindekiler stok yapmaları gerektiğiyle ilgili önerilerde bulundu. Onun için en basit besin olan mercimek, bulgur, fasulyeyi kilolarca alıp büyük kilerlerine özenle yerleştirdiler. Sıradan insanlarda heyecana bağlı kalp çarpıntısı onlarda öngöremezliğe bağlı küçük panik atak geçirmeleriydi. Bazıları hiç tanışmadığı pembe haplarla tanıştı.

Evlerinde kullandıkları pahallı oda kokuları yerini çamaşır suyu kokularına bıraktı. Her yeri, kimsenin dokunamayacağı perde pervazlarını bile iyice temizlediler. Ne yazık ki toplu taşıma kullanan yardımcılarını büyük camlı, büyük odalı evlerini temizlemek için çağıramıyorlardı. YAZIK…

Manikürlü elleri kısa tırnaklara alışmaya çalışıyordu. Bazı alerjik belirtiler göstermeye başladılar. Elleri çatlamaya, rimel sürülmeyen gözleri kızarmaya başladı. Baktılar Kovid-19’dan değil akciğer kanserinden ölecekler çamaşır sularından vazgeçip organik temizleyicilere geçtiler. Ama kokuları olmadığından güvenemediler, ne üzücü ki yapacak bir şey yoktu.

Büyük bahçeli evlerinin çiçeklerini sularken psikolojileri yerle bir oldu. Kıymetli, nesillerini ilerleten çocuklarına bir şey belli etmeden ağlamakla günleri geçiyordu. O hırslı, güçlü kadın yerle bir olmuştu. Ellerindeki değerlerin daha fazlasını istediklerini kabul edemiyorlardı. En büyük dertleri bu yaz havuz başı partileri yapabilecek, kahveye gelen arkadaşları ile yüzebilecekler miydi?

İşe giden patron kocalarını eve girer girmez kimseye dokunmadan banyoya gönderiyor, şayet seyahat etmek zorunda kaldıysa tripleks evlerinin en alt katındaki, bahçeden girişli olan bir salon, bir banyolu katta bir hafta kalmak zorunda bırakıyorlardı. Kendilerini kendilerinden bile koruyorlardı. En sonunda patron koca inisiyatifini kullanarak -o personelini çok seven biriydi- iş yerini kapatma kararı aldı. Ve bizim kadınımızın kalp çarpıntıları ve çamaşır sulu ev yıkama macerası bir süre duruldu.

Arkadaşlarıyla sosyal medya üzerinden konuşmaya başlayan kadınlar, bol filtreli, dört kareye bölünmüş fotoğraflarını paylaştılar. Onlar sosyal varlıklardı. En sokakta olmadıkları günde bile en az dört arkadaşıyla kahve içerlerdi. Şimdi çocuk sesleri, fayans temizliğiyle uğraşırken sosyal medya paylaşımları da atlanmamalıydı.

Karantina günlerinde bile istediklerini elde etmeyi başaran hırslı annelerdi onlar. Dört yaş anaokuluna giden çocukları için bile pahalı okulun onlara uzaktan eğitim vermesi gerekiyordu. Çünkü onun çocuğu geri kalamazdı. Ayrıca bir on dakika, çocuk öğretmenine bakarken kahve içmesi gerekiyordu. İlk defa kendi başına çocuklarıyla kalan kadınlar büyük korkular yaşıyordu. Çünkü genlerini en iyi şekilde aktardığı çocuğunun aslında öğretmen poh pohlamasıyla üstün zekaya sahip olduğunu anladı. Bu acı gerçek ona tokat gibi çarpmıştı. Büyük çocuğunun uzaktan dersi sırasında kameranın kadrajına girmeden dersleri dinlemeye başladı. Çocuğuna öğretmenin sorular yönelttiğinde sufle vererek yanıtlamaya çalıştı. Ama ne yazık ki sevgi dolu, akıllı çocuğu tüm tembihlemelerine rağmen onun yerini belli ediyordu. Ne yazık ki öğretmenden uyarı alarak çocuğunun pespembe ya da masmavi odasını terk edip ellerini yaşlı eline çeviren sarı beze dönmek zorunda kaldı.

MECBURİYETLERİ BİLMİYORDU

Artık haberlere bakmıyordu. Çünkü akıl sağlığı yerlerdeydi. Çok bilgili bir doktor kadar doktor olduğundan televizyona çıkan her doktor onun için vasıfsızdı. O kendi karantinasına sadık kalmaya kararlıydı. Hala insanların işe gitmek zorunda olmasını, toplu taşıma kullanmak zorunda kalmasını anlayamamıştı. Bu cahillikten başka bir şey değildi onun için. Mecburiyetleri bilmiyordu. Üç katlı yedi odalı evinde söylene söylene dolaşıyordu.

Stokları hiç erimiyordu. Fakat her gün yemek yapmak zor geliyordu. Haftanın birkaç günü dışarıda yemek yemeyi özlemişti. En basitinden bir hamburger söylemek için nelerini vermezdi. Ama o bildiğiniz kadınlardan değildi. O gittiği workshoplar işte şimdi işe yaramalıydı. Elleriyle yaptığı ekşi mayalı ekmekler, sağlıklı pideler, trüf mantarlı pizzalar, avakado salataları onun yeni yarışıydı. Yaptığı ekmeklerini taptaze çimlerin, hazırladıkları soğuk süslü kahveleri havuz kenarındaki minik süslü sehpanın üzerine koyup “ilk yapışım” diyordu, onuncu denemede başarabildiğini söylemeye de gerek yoktu. Saklamayı iyi bilen biriydi o. En sevdiği restoran rüyalarına giriyordu artık.

Üçüncü haftanın sonunda evde tehditler yağdırmaya başladı. “Bu iş bitsin kendime iki uşak tutacağım” diyerek geziyordu etrafta. Telefonla herkesi arayıp ilk haftanın sıkıntılı geçtiğini anlatıp herkese hissettiklerinin bittiğini söylüyordu. Telefonu kapatınca büyük camlı, çok banyolu, her türlü saçı gösteren yer fayanslarını sarı bezle silerek mücadelesine devam ediyordu. O en iyi savaşçıydı…

Artık tüm dünyada herkes aynıydı. Dünyadaki birçok kişi gibi o da sıradandı. Cam siliyor, mesajlarına iki çocuk çığlığı arasında cevap veriyor, kocasına kahve yapıyor, her akşam yemek pişiriyor, bezeleyesini kendi ayıklıyordu. Kendine bundan da pay çıkartmayı ihmal etmiyordu. “Amann canım Madonna’da geçen benimle aynı çorbayı yapmış. Dur linkini atayım” diyerek normal günlere dönüldüğünde sosyal medyadaki gösteri yarışından kopmadığını göstermek istiyordu…

AÇELYA GÖRGÜ KİMDİR?

1984 yılında Edremit’te doğdu. Celal Bayar Üniversitesi İşletme Fakültesi'nden mezun oldu. 2002 yılından beri İzmir’de yaşayan Görgü, uzun yıllar finans sektöründe çalıştı. Evli ve iki çocuk annesi olan Görgü, 2013 yılından beri Süt Anne blogunu yönetiyor. Uzun zamandır edebiyatla ilgilenen Görgü'nün malale ve öyküleri çeşitli dergilerde ve bloglarda yayınlanmakta.