Prof.Dr. Doğan Göçmen

Dün akşam Birleşik Kamu İş Konfederasyonu bileşenleri, üç gündür Hasanağa Parkı’nda öğrencilerin konut sorunu nedeniyle eylem yapan gençleri ziyaret etti. Orada bulunan sendikacıların yüzlerinden, eylem yapan öğrencilerle buluşabilmiş olma, gençlerin eylemiyle sendikal hareketi ilişkilendirebilmiş olmanın mutluluğunu okumamak mümkün değildi. Bu, bir gereksinimden kaynaklanmaktadır. Sendikal hareketin acilen pratik yaşamla yeniden buluşması ve buradan kendisine can devşirmesi gerekmektedir. Sendikacıların yüzüne yansıyan mutluluğun kaynağı, gerçekten bir eylem nedeni olan öğrencilerle pratikte buluşabilmiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Zira bu, sendikal hareketin içine düşmüş olduğu kısır döngüye de bir çaredir. Bu gereksinim her tarafta hissediliyor. Fakat sendikal hareketin, içine düşmüş olduğu kısır döngüden kurtulup gerçek pratik hareketle yeniden buluşabilmesi için sahip olması gereken bir teorik perspektif de bulunmaktadır. Aşağıda bunun ne olduğuna dikkat çekmeye çalışacağım. Sorunu “haysiyet” kavramından hareketle açmak istiyorum, çünkü toplumsal bir hareket biçimi olarak sendikalar da zaman zaman bir haysiyet hareketi olarak tanımlanıyor.

Haysiyet Türkçeye Arapçadan gelmiş ve dilimizde kalıcı yer edinmiş olan bir kavramdır. Kavramın, Almanca “Anschauung” kavramını hatırlatan “bakış açısı” anlamı vardır. “Neredelik” ve “her yerdelik” gibi anlamları Eski Yunanca “topos” kavramını andırmaktadır. Halk arasında “bir duruşu olmalı insanın” denir. Kanı ve yargıları, karar ve davranışları bir şöyle bir böyle olan sözde şüpheci insanlar yani bir duruşu olmayan insanlar için ahlaken eleştirel ve sıkça aşağılayıcı anlamda “omurgasız”, “yanar döner” ve “fırıldak” gibi mecazi ifade biçimleri türetilmiştir. Haysiyet kavramının bir de şeref, statü, toplumsal itibar gibi anlamları vardır. Sendikal hareket bir haysiyet hareketi olarak tanımlanırken daha çok bu sonuncu anlam göz önünde bulundurulur. Statü, itibar elde etmek başkalarının nezdinde ve karşısında elde edilen bir şeydir.

Bu bakımdan, eğer sendikal hareket bir haysiyet hareketi olarak tanımlanıyorsa, bu durumda o, karşıtı karşısında bir statü elde etme mücadelesi veren bir hareket olarak tanımlanmış olur. Statü elde etme mücadelesi elbette bir tür tanınma mücadelesidir. Sendikaların işçi ve emekçilerin çıkarlarının savunucusu olarak statüsünün yasalar çerçevesinde garanti edilmesi, örgütlenme hakkı olarak da bilinen sendika üyesi olmanın yasal bir hak olması, en gelişkin ülkelerde bile bugüne kadar değişik biçimlerde süren toplu sözleşme yapma gibi hakların elde edilmesi uğruna verilen mücadeleler statü mücadeleleridir. Burada söz konusu olan statü hakları, işçilerin ve emekçilerin varlığının ve haklarının yasalar çerçevesinde kabul edilmesi ile ilgilidir. Bunlar örneğin örgütlenme ve toplu sözleşme hakkı gibi haklardır. Modern toplumun oluşmaya başladığı günden beri bu konuda nice yenilgi ve zaferle biten, fakat sonunda kazanılan mücadeleler verilmiştir. Adam Smith Ulusların Zenginliği adlı eserinde patronların aralarında görünüşte hiçbir ilişki olmasa da ortak davranabildiklerinden, işçilerin ise örgütlenmesinin yasak olduğuna dikkat çeker. İşçilerin ve emekçilerin sendikalarda örgütlenmesi bugün artık anayasal bir haktır. Toplu sözleşme yasalar çerçevesinde kabul edilmiştir. İşçi ve emekçi insanlarla teker teker ücret pazarlığı yapmak artık mümkün değildir. Eşit işe eşit ücret ilkesi en azandan formel olarak kabul ettirilmiştir. Kadının da eşit ücretlendirilmesi konusunda alınması konusunda daha çok yol olmasına karşın eşit işe eşit ücret ilkesi bu bakımdan da genel kabul görmektedir. Öyleyse statü aslında ekonomik temelleri, sosyolojik, ahlaki, hukuki ve politik boyutları ve pratik sonuçları olan formalist veya biçimsel bir kavramdır. Daha fazlası değil.

Daha fazlası nedir? Bu tartışmaya anlam verebilmek için düşünce tarihinde yaşanan ve sendikal hareket içine de yansıyan bir tartışmaya dikkat çekmek gerekiyor. Toplumsal hareketler, Gezi örneğinde olduğu gibi bazı kişiler tarafından bir “haysiyet hareketi” olarak tanımlandı. Statü teorisi tarihsel olarak Max Weber tarafından Karl Marx’ın sınıf kuramına karşı geliştirilmiştir ve bugün sosyologlar tarafından yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Weber’in kullandığı kavram tam olarak “statü grupları” kavramıdır. Formalist olduğu kadar pozitivist bir kavramdır da. Zira kendi başına alındığında içeriği ve çerçevesi, var olan mevcut durumun içinde bir konum elde etme perspektifiyle sınırlı bir kavramdır. Weber’in İktisat ve Toplum adlı eserinde temellendirmeye çalıştığı sosyolojinin sunduğu perspektif anlama (verstehen) ile sınırlıdır. Bu bakışta, Marx’ın sınıf kavramından bildiğimiz veya daha genel olarak Hegel’in efendi-köle kavramından alışık olduğumuz genel insani kurtuluşçu perspektif bulunmamaktadır. Bundan farklı olarak Marx’ın sosyolojisinin sunduğu perspektif kendisini olayları, olguları veya süreçleri yalnızca anlamakla veya daha doğrusu betimlemekle sınırlamaz. Büyük Klasik Alman Felsefesinin eleştiri geleneğini sürdüren Marx’in perspektifinde eleştiri vardır. Marx’ın Das Kapital’de göstermeye çalıştığı tam da budur: Sınıfın kurtuluşu üzerinden genel insani kurtuluşçu bir perspektif ile sürekli mücadele edilmeden, elde edilen hiçbir hak güvence altında değildir. Elbette işçi ve emekçilerin verdiği günlük mücadele her şeyden önce bir eşitlik ve haklar mücadelesi olduğu için statü kavramının kapsamına giren tüm hak ve amaçlar uğruna mücadeleyi içerir. Fakat işçilerin ve emekçilerin var olma mücadelelerinin amacının mevcut durumun içinde statü elde etmekle sınırlaması mümkün değildir. Eğer emekçilerin verdiği mücadele statü yani haysiyet mücadelesiyle sınırlanırsa, onların vermiş olduğu ortak mücadele, nihai bir hedeften yoksun olduğu için sonunda kendi içlerinde bir paylaşım savaşına dönüşecektir. İşçiler ve emekçiler bölünür, parçalanır ve sonuna birbirlerini yemeye başlarlar. Son 50 yıldır sendikal hareketin başına gelen en büyük kötülük budur ve sendikaların her gün giderek daha çok üye kaybetmesinin nedeni de budur.

Daha fazlası nedir öyleyse? Daha fazlası, işçi ve emekçilerin özgürlüğü, toplumsal kurtuluşudur. Sınıf teorisi hâlihazırda ekonomik konum gereği modern bir kölelik formu olarak belirlenmiş olan işçinin toplumsal kurtuluşunu da içermektedir. Bu bakımdan sınıf teorisi, statü mücadelesini ve savaşını da içeren bir toplumsal kurtuluş teorisidir aynı zamanda. Buna karşın Weber’in statü kavramı mevcut ekonomik durumun yasal mücadele sonucu sabitlenmesinden öteyi görebilen bir kavram değildir. Bu bakımdan pozitivisttir, reformlar öngörse bile eleştirel değildir.

Birçok sosyolog, Weber’in statü ve sınıf kavramı arasında yarattığı ikilem oyununa gelmiştir ve bugün hala sınıf kavramı sanki statü kavramını ve onunla bağıntılı olan mücadele formlarını içermiyormuş gibi bu iki kavramı, Weberci statü kavramı ile Marksçı sınıf kavramını birleştirmeye çalışıyorlar. Eş deyişle Marx ile Weber’i, sosyalist ile muhafazakârı uzlaştırmaya çalışıyor. Zaten statü kavramını içeren sınıf kavramına bir statü kavramı daha ekleyerek nereye gidilmek isteniyor? Sonuç ortada: İşçi ve emekçilerin birliği parçalanmış, sendikal hareket iyice zayıflamıştır.

Sendikalar elbette siyasi parti değildir, bir siyasi parti gibi davranamazlar. Onların mücadelesi, en başta işçi ve emekçilerin ekonomik hak mücadelesidir. Konumu gereği başka bir mücadele türünün altına da girmeleri de mümkün değildir. Fakat sendikalar mücadelenin nihai amacını yani toplumsal özgürlük perspektifini gözden kaybederse sonunda kendisi de özne olmaktan çıkar ve var olmasına rağmen kaybolur. Eyleme gücünü büyük oranda kaybeder. Gelinen durum kısaca budur. Fakat sendikaların kendi küllerinden yeniden doğması gerekmektedir. Bu mümkündür ve bu tek mümkün çaredir.