Röportaj/ Baha Okar

Eğitimleri Pandemi şartlarından dolayı eğitimlerini şimdilik daha çok online olarak sürdürüyor. Hem hoş geldin demek hem de daha yakından tanımak için kendisiyle uzun bir sohbet ettik.

Şaduman Karaca kim, fitoterapi hikayeniz nasıl başladı?

Üniversite okumak için Almanya'ya gidişimle başladı hikayem. 1985 yılında Humboldt Üniversitesi’nde felsefe okumaya başladım. Oğlumun cilt hastalığı sebebiyle bir şekilde doğal tıp alanına ilgi duydum. Zaten çevre konusunda hassasiyeti olan, doğaya yakın bir insandım. Almanya'da da çevre dernekleriyle birlikte hareket ediyordum. Sağlığımıza dikkat ediyorduk. Doğal beslenme konusunda titiz olmaya, bir şeyler öğrenmeye çalışıyorduk. Başımıza hastalık olayı gelince daha dikkatli ve daha amaçlı bir odaklanma oldu bu alana. Oğlumun hastalığında bir ilaçla her şeyin bitmediğini, çözülmediğini gördüm. Sağlıklı olmanın ve sağlıklı kalmanın hayatımızda birçok şeyi değiştirmekle olabileceğini kavradım. Yaşam şeklini, yeme içmeyi, dinlenmeyi, çalışmayı... Tüm bunları bütünsel bir şekilde ele alıp uyguladığımızda bir faydasının olduğunu gördükten sonra, doğal tıpa ve bu alanda eğitimler almaya merak duydum.

 Tıp fakültesinde mi eğitim almak gerekiyor?

 Devlet onu serbest bırakmış, herhangi bir doğal tıp okulunda da okuyabilirsiniz. Ama sınavı devlet yapıyor. Onu geçtikten sonra bir de mülakata giriliyor. Orada da vaka çözümleri soruluyor. Çok ciddi bir denetimden geçiriliyor. Fitoterapiyi ya da herhangi bir doğal tedavi yöntemini öğrenmiş birisi insan anatomisiyle, fizyolojisiyle ya da patolojisiyle ilgili bilgiye sahip mi? Amaç bunu sağlamak. Ancak ondan sonra muayenehane açılabiliyor. Ben de 2006 yılında böyle bir eğitim ve sınav sürecinin ardından muayenehane açma belgesini aldım. 2012 yılının sonuna kadar orada hasta kabul ettim. Sonra Türkiye’ye dönüş sürecim başladı. Türkiye'ye gelip gitmeye ve burada fitoterapi temel eğitimini vermeye başlamıştım. Hem orada hem burada olmak zorlayınca, 2013'ten itibaren Almanya’da hasta kabul etmedim. İki yılın sonunda da kapattım.

Seferihisar’a geliş? Ne yapıyorsunuz burada?

 Daha önce bir süre yine İzmir’de, Birgi’de yaşadım. Orada kendi imkanlarımla sağlıklı yaşam için kamplar ve eğitimler düzenledim. Küçük gelmeye başlamıştı. Fethiye’de Fitosofia için daha kurumsal bir yapı oluşturmak, bir sağlıklı yaşam merkezi açmak için imkanlar doğmuştu. Oraya gittim. Bir süre çalıştım ama olmadı. Bir yıl kadar süre oldu, artık Seferihisar’dayım. Burada Fitosofia Akademi’yi sürdürüyorum, geliştirmeyi istiyorum.

Biraz da fitoterapiden bahsedelim. Sizin doğal tıbbın parçası olarak nitelendirdiğiniz fitoterapi nedir?

 Önce doğal tıbbı kısaca tanımlayayım. Her insanın doğuştan sahip olduğu kendi kendini sağaltıcı gücü, doğal yollarla ve doğal malzemelerle harekete geçirerek hastalıkları önlemek veya tedavi etmek için başvurduğumuz yöntemlerin tamamına doğal tıp diyoruz. Bunun içinde pek çok yöntem var. Bitkilerle yapılan fitoterapi de bunlardan biri. Buradaki temel konu, bir organımızın yapacağı işi dışarıdan başka bir şeye, örneğin bir ilaca yaptırtmak yerine, organı dürtmek, harekete geçirmek ve ona yaptırtmak. Bu daha kalıcı ve daha sürdürülebilir bir tedavi oluyor. Öbür türlü; tansiyonum yüksek, indiren bir ilaç kullanıyorum, kolesterolüm yüksek, onu indiren bir ilaç kullanıyorum. Doğal tıbbın amacı, bunun yerine vücudun kendini regüle etmesini sağlamak.

Fitoterapiyi modern tıpta olduğu gibi kullanan bir ekol var. Eczacılık fakültelerinde eğitimi yapılan da bu ekol. Bitkinin etken maddesi ayrıştırılıyor ve belli ilaçlar, preparatlar hazırlanıyor. Örneğin hastanın karnı ağrıyor, demir eksikliği var… Bunlara karşı bu preparatlar kullanılıyor.

Öte yandan geleneksel halk hekimliğinde ise kuşaktan kuşağa aktarılan bir bilgi var. El verme de diyoruz buna. Sadece nokta atışlı bilgiler değil ama. Yani karnı ağrıyana şöyle bir tedavi uygulanır gibi değil. Bütünsel bir bilgiden söz ediyorum. Kişinin yüzü soluktur, tırnakları şöyledir, göz bebekleri şöyledir, iştahı kaçmıştır, yemek yiyemiyordur... O zaman bu bitkiyi kullanacağız. Her ne kadar hakir görünse de halk hekimliğinde adı konmamış bir anamnez var. Bunu hakkıyla yapan, önce anamnezini yapıyor, tanı koyuyor. Tıbben yüksek derecede bilgisi olmasa da ustalarından öğrendikleri ve kendi yaşam tecrübesi var. Böyle bir halk hekimliği yok tabii şimdi.

Benim içinde bulunduğum ekole 'klasik fitoterapi' deniyor. Gelenekselin verilerini ciddiye alıyoruz. Buna tıp bilgimizi ekliyoruz. Farmakognozide öğretilen, bitkinin etken maddelerini de öğreniyoruz. Fitoterapi eğitiminde bunları birleştiriyoruz. İşte buna klasik fitoterapi deniyor. Hem etnobotanik dediğimiz alan hem de halk hekimliği kıymetli benim için. Bunu ciddiye alıyorum ama kendimi tamamen ona bırakmıyorum. Eczacılık fakültesinde öğretileni de dikkate alıyorum, biliyorum ama sadece şu etken madde tansiyonu düşürür diye ona odaklanmıyorum. Doğal tıp yöntemlerinin diğer alanlarını da dikkate alarak fitoterapiyi uygulamaya çalışıyorum.

Modern tıp ile uygulamalarda bir çatışması var mı fitoterapinin?

 Bence yok. Örneğin klasik fitoterapide bazı bitkilerin kullanımı yasak. Avrupa Bilimsel Fitoterapi Çalıştayı ve Almanya Sağlık Bakanlığı’nın oluşturduğu bir “Komisyon E” var. Bunun yayınladığı bitki monografları üzerinden gidiyoruz biz de. Negatif olan, yani “insan sağlığına zararlıdır” emaresi olan bitkileri kullanmıyoruz. Geleneksel halk hekimliğinde kullanılıyor olabilir. Orada sadece yaşam tecrübesine dayanıyor çünkü. Daha sağduyulu ve bilimsel bir pozisyonda oluyoruz biz.

Modern bilimsel araştırmanın sonuçları için ölçülebilir, gözlenebilir, tekrarlanabilir olma gibi ölçütler var. Fitoterapi için böyle ölçütlerden söz edebilir miyiz?

Klasik fitoterapinin şöyle bir temel farkı var: Kişiye özel uygulanıyor. Siz geliyorsunuz, şu şikayetleriniz var, anlatıyorsunuz. Tahliller, belki bazı testler istiyoruz. Ve sonuçta size uygun bir terkip hazırlanıyor. Klasik fitoterapide kişiye özel çalıştığınız için, önden laboratuvar ortamında ya da deney ortamlarında sınanma ihtimali yok. Onun için biz daha dikkatli olmayı, hastanın hep yanında olmayı öneriyoruz. Sürekli geri bildirim istiyoruz. İlk kullandığında hemen bir tepki, bir alerji, bir reaksiyon oluyor mu diye geri bildirim aldığımız için, daha bireysel, daha kişiye özel çalışmış oluyoruz.

Burada ilk ve en üst yasa, zarar vermeme ilkesi. Ardından, çalışmaya başladığımız andan itibaren geri bildirimler üzerinden gidiyoruz. Yani daha kişiye ve duruma özel bir terapi uyguluyoruz.

Kategorize edip o sonuçlara göre ilaç uygulamak herkesin kolayına gidiyor. Çağın gereklerine uygun hızlı tedavi bu çünkü. Başın mı ağrıyor, ilacı bu. Bunu alıp işine gücüne devam edebilirsin. Aynı şey bitkisel ilaç sanayisinin hazırladığı, tek etken maddeli preparatlar için de geçerli. Hızlı ama bütünsel bir bakış değil. Fitoterapi de ise sorumluluğu terapistin yüklenmesi gerekiyor. Hem kullanacağı bitkiyi hem de hastayı iyi tanıyabilmeli. Bu yüzden ben esas fitoterapi eğitimini sadece hekimlere ve tıp eğitimi almakta olanlara veriyorum. Temel eğitim alan diğerlerine ise, 'sadece kendiniz için uygulayabilirsiniz' diyorum.

Dediğiniz gibi terapiste düşen sorumluluk daha fazlaysa, uygulayan kişinin hem aldığı eğitim hem de yaptığı işe bakışı önem kazanmıyor mu?

 Bu hala açık bir yara. Nasıl semptomlara göre standart ilaç uygulaması modern tıbbın standart tedavisi haline gelmişse, fitoterapide de “şu durumda şu bitkiyi kullanın” diye bir ezber ortaya çıkıyor. Üstelik bu televizyonlarda, 80 milyon insana tavsiye ediliyor. Açıkçası bu çok hatalı ve tehlikeli. Hatta, bunu çok dikkatli bir şekilde söylüyorum, suç kategorisine giriyor. Çünkü halkın sağlığı tehlikeye atılıyor.

Çünkü televizyonda bu tedaviyi öneren karşısında kendisini dinleyenlere sormuyor ki, senin başka bir hastalığın var mı, tansiyonun nasıl, kolesterolün var mı, böbreklerin, karaciğerin ne durumda, daha önce ağır hastalık geçirdin mi… Bunları bilmeden, herkese dümdüz aynı öneri... Sanki insanlar bir fabrikadan çıkmış gibi, herkese aynı önerilerde bulunuluyor. Kadın hastalıklarında da böyle, çocuk hastalıklarında da, diğer genel hastalıklarda da bu böyle.

Zaten Türkiye ekonomik durumu zayıf bir ülke. İnsanlar da bir uzmana gitmektense, “zaten televizyonda söylendi, ben o zaman şunu buna karıştırayım, kaynatayım, kullanayım” diyor. Bu çok tehlikeli, televizyonlarda bunları anlatanlar büyük vebal altına giriyor.

Daha önce söylediğiniz gibi, tıbbi amaçlar için kullanılan bitkilerin niteliğiyle ilgili sıkıntılar da devam ediyor sanırım. Bu bakımdan da tablo iyi değil.

 Evet, burada da bir standart oluşmuş değil. Türkiye’de ilk eğitimleri bitirdiğimde öğrencilerim şunu söylediler. “Bir şey öğrendik, o da gidip aktardan bitki almayacağız.” Kendileri yetiştirmeye başladılar. Biz artık aktardan bir şey almıyoruz. Uygun biçimde kendi yetiştirdiğimiz bitkileri kullanıyoruz. Kendi ağımız oluştu böylelikle. Danışmanlık yaptığım, yönlendirdiğim tıbbi bitki yetiştiricisi çiftçiler var. Yetiştirme, kurutma, muhafaza etme ortamlarını düzenlemeye çalışıyoruz.

Bu arada bütün aktarlar kötüdür ya da bir aktardaki bütün bitkiler kötüdür demiyorum. Düzgün yetiştirilen bitkiler de var içlerinde muhakkak. Ama genel toptancı sisteminden tedarik edilen tüm bitkilere şüpheyle yaklaşıyorum. Yanlış ambalajlara bile rastladım ben, paketin üzerindeki etiket başka, içindeki bitki başka. Aktar öğrencilerim de var benim. Onları bitkileri doğrudan üreticilerden tedarik etmeye yönlendiriyorum. Böylece hem üreticiyi denetleme hem de yönlendirme şansları oluyor.

Bu konuda bir standardı getirebilmek için kooperatifleşmek ya da markalaşmak gerekli belki de. Bu konu üzerine de kafa yoruyoruz.