Her yanımı sarmış bu toprağın altında hala nefes alıyor olabilmem bir mucize biliyorum ve bunun için minnet duyuyorum, lakin içinde bulunduğum bu karanlık artık yoruyor beni. Işığı özlüyorum; kainatın tüm gücünü elinde tutan yaratıcımız Aton'un ışığını.

"Her şeyi onun için yapmamış mıydık zaten?"

Eşimle birlikte ödediğimiz tüm bedeller onun için değil miydi? Akhenaton'la birlikte asırlardan beri süregelen geleneklerimizi hiçe sayarak ve tüm Mısır tanrılarını reddederek sadece onu, güneşin efendisi Aton'u tanrımız kabul ettik. Onun için eski tanrılara ait tüm tapınakları yıktırdık ve yeni bir başkent inşa ettirdik. Aton'a tapanlar için dini ve siyasi merkez olarak Amarna'yı seçtik ve burada bir şehir kurdurduk. Karşımıza aldığımız tapınak rahiplerine ve onların düşmanlığına karşın yine de vazgeçmedik. Böylece sen Yüce Aton, Mısır'ın tek tanrısı oldun.
Şimdi beni içine hapsetmiş olan bu tozlu karanlığın içinde, göze aldığımız onca fedakarlığın karşılığında hak ettiğim son bu olmamalıydı diyorum. Tüm seslerin ve tüm yüzlerin kaybolduğu, kulakların sağır olduğu bu sessizliğin içinde, aklımın türlü oyunlarına maruz kalarak sonsuz bir karanlığın bekleyicisi olmak ne kötü! Zamanın anlamını yitirdiği bu yerde, hayatıma dair her şey zihnimin dehlizlerinde kaybolmuş birer anı olmaya başlıyor artık. Oysa bunu istemiyorum, beni ben yapan hiçbir şeyi unutmak istemiyorum. İşte, yine aynı düşünceler ve yine aynı telaşla kalbimin deli gibi çarpmasına sebep olan o tanıdık korkuyu duyumsuyorum. Kalbim ritmini anlayamadığım bir şekilde kulaklarımda atıyor sanki.

Sesler... Ardı ardına gelen tuhaf sesler...

Bunlar benim kalbimden gelen sesler mi? İnanamıyorum! Kalbim böylesi bir kalabalığın gürültüsüne sahip mi gerçekten? Tanrım, bu gürültü de ne böyle? Bu sarsıntı... Tanrım! Neler oluyor? Gittikçe yaklaşan bu sesler kendi aralarında ne konuşuyorlar böyle?

Sesler... Oldukça yakınımda olduğunu hissettiğim sesler...

Yaklaşan seslerle birlikte, beni sıkıca kavramış olan toprak usul usul süzülüyor tenimden.  Yumuşak bir fırça nazik hareketlerle boynuma dokunuyor ve uzun zamandan beri saklı kalanları ortaya çıkarmaya başlıyor. Hemen sonrasında hafif bir sıcaklık hissediyorum tenimde. Yoksa bu... Yine düş mü görüyorum acaba? Tanrım! Kalbim bir kuş kadar ürkek, bir çocuk kadar meraklı... Hissediyorum. Tüm benliğimde hissediyorum. Bu düş olamayacak kadar gerçek. Tenimde hissettiğim bu sıcaklık ne kadar gerçekse, boynumu kavrayan eller de o kadar gerçek. Beni, içinde bulunduğum karanlıktan çıkarmaya çalışan bu eller kimin acaba? Öylesine hassas ki tüm tedirginliğimi söküp alıyor içimden. Toprağa dönük olan başım zarif ve yavaş bir şekilde ellerin sahibine dönerken, Amarna'nın kokusunu çekiyorum içime. Özgürlük bu şehrin kokusuna yayılmışcasına derin derin nefes alıyorum. Aldığım her nefes unutulmaya başlanan her şeyi geri getiriyor sanki. Sevdiğim adam, çocuklarım, sarayım... Her biri Amarna'nın tatlı esintileriyle kurtuluyor zihnimin dehlizlerinden. Hasret kaldığım şehrimin kokusunu alabilmek, nasıl tarif edilmez bir duygu, keşke anlatabilsem!
Yavaşça yaklaşan eller, gözlerimde ince bir perde halinde kalmış olan toprağı temizledikten sonra, ellerin sahibiyle göz göze geliyorum. Büyülenmişcesine bakan gözlerle ilk defa karşılaşmıyordum, ancak bana özgürlüğümü veren bu adamın gözlerinde büyülenmenin ötesinde bir şey vardı. Kalbi öylesine hızlı atıyordu ki ben bile duyabiliyordum. Anlam veremediğim bir şekilde heyacanlıydı ve çok mutluydu. Elbette sonradan bu heyecanın ve mutluluğun sebebini anlayacaktım. Hem de acı bir şekilde...

Beni özgürlüğüme kavuşturan kişi Alman konsolosluğu adına çalışan, ülkeme ve hanedanlığımıza ait her şeyi bilen bir Mısırbilimci olan Ludwig Borchardt'tı.  Benimle tanışmasında ki heyecan ve mutluluğun sebebi de buydu işte. Alman müzelerini Louvre ve Britanya müzeleriyle yarışır bir duruma getirmek için, yıllardır ülkemde çalışmalar yapıyordu. Hanedanlığımızın pek çok üyesini, tıpkı benim gibi gün yüzüne çıkarmıştı, ama nedense bana ayrı bir ilgi gösteriyordu. Yüzüme her baktığında, dünyanın en değerli keşfi olduğumu söyleyip duruyordu. Hatta sermayedarı James Simon'a yazdığı mektuplarda, benden şöyle bahsediyordu:

"Önümüzde molozların arasında diz yüksekliğinde, renkli şeritler halinde boyanmış, ten rengi bir boyun belirdi. Kraliçe'nin gerçek boyuttaki renkli büstü olduğu sonucuna vardık. Ellerimizle dikkatle çalışmaya devam ettik. Bu kırılgan büstün kumda neredeyse 3500 yıl boyunca bozulmamış olması bir mucize."

"Parçalar tamamen tamamen çıkarıldığında Mısır sanatının en gerçekçi görünen eserini ellerimizde tutuyorduk. Neredeyse dilim tutulmuştu. Hepimiz aynı tuhaf şeyi hissettik. Sanki canlı bir yüze bakıyorduk."
Borchardt'ın bana niçin bu kadar ilgi gösterdiğini ve asırlardır toprağın altında bekleyen bir büst olduğumu bu mektuplarla öğrenmiştim. Tell El-Amarna'da sanatçımız Tuthmose'nin atölyesinde kazı çalışmaları yapan Borchardt'ın efsane keşfiydim ben: Mısır Kraliçe'si Nefertiti. O, bana "Renkli Kraliçem" derdi ve sürekli aynı şeyi tekrarlardı: "Başka hiçbir ulusun elinde seninle kıyaslanabilecek bir eser olmayacak." Borchardt'ın bana dair bu düşünceleri, bir süre sonra Simon'u da çok etkilemişti. Öyle ki, Simon benim için yirmi altı bin altın markı vermeyi teklif etmişti. Simon'un bu teklifi, o döneme kadar Mısır eserlerine sunulmuş en yüksek teklifti. Bana biçilen bu fiyatla birlikte, Borchardt'a dair düşüncelerimde köklü bir değişiklik olmuştu. Sanki bir şeyler kırılmıştı içimde. Epey yorgun olan kalbim, özgürlüğüme kavuştuğumdan bu yana daha fazla yorulmaya başlamıştı. Borchardt'ın ilk günlerde ki heyecanı ve mutluluğu da yitip gitmişti artık. Sürekli olarak meslektaşlarıyla konuşma halindeydi. Onu rahatsız eden bir durum vardı ve ben bunu anlayamıyordum. Çıkarılanların pay edilmesi diye bir mevzu söz konusuydu. Bu yüzden sürekli olarak planlar yapıyor ve arkadaşlarıyla konuşuyordu. Bir gün konuşmalarını dinlemeye karar verince,  "Ne yaparsam yapayım Renkli Kraliçe'yi Mısır'dan nasıl çıkaracağımızı bulamıyorum." dediğini duymuştum. O an, her şeyi anlamıştım. Pay edilme mevzusunda benim hangi tarafta kalacağım çoktan belirlenmişti. Borchardt'ın ülkemde yaptığı çalışmaların karşılığında, benim gibi özgürlüğüne kavuşturduğu eserlerin yarısını alma hakkı vardı ve ben onun en büyük keşfi olduğum için, beni burda bırakması söz konusu bile değildi. Sebebini anlayamadığım bir korkuyla, kalbim duygudan duyguya sürüklenmişti sanki. Adına aidiyet hissi denilen ve yıllar boyunca beni esir alan o duyguyu, ilk kez o gün tatmıştım. Tanımadığım bir sürü insan tarafından hayatımın yörüngesi belirlenmişti ve ben çaresiz bir seyirci olmanın ötesinde hiçbir şey yapamamıştım.
O lanetli gün gelip çattığında, bizi iki gruba ayırarak sundular. Bazı duyguları anlamak için yaşamak gerekiyormuş meğer. Hayatlarına dair hiçbir söz hakkı bulunmayan kölelerden farksızdık hepimiz. Bir Firavun, bir kraliçe yahut bir soylu olmak... Sahip olduğumuz hiçbir sıfatın önemi yoktu. O an hepimiz bir pazarlık unsuruyduk sadece. Pay edilme gününde, Borchardt çok heyecanlı ve stresliydi. Beni bilinçli bir şekilde, içinde bulunduğum grubun arka taraflarına yerleştirmişti. Çünkü dikkatlerin benim üzerimde olmasını istemiyordu. Bölüştürme başladığında Borchardt, muazzam konuşma yetisi ve karşısındakini etkisi altına alan ikna kabiliyeti sayesinde, herkesin dikkatini bir sunak resmine yöneltmişti. Bu, Kahire için inanılmaz bir fırsattı. Herkes onu konuşuyordu. Amarna Tapınağı'ndan çıkarılmış olan bir sunak resmini, bu kadar önemli yapan neydi acaba? Gözlerim merak içinde, diğer grupta yer alan sunak resmini aramaya başlamıştı ki, büyük bir heyacanın benliğimi sarmaya başladığını hissettim. Bu gerçekten bir mucizeydi: Tüm ailem karşımda duruyordu. İnsana bahşedilmiş tüm güzel duygular, sanki o an ruhumu ele geçirmişti: Sevgi, aşk, özlem, mutluluk... Hayatıma dair her şey o sunak resmindeydi.

Tüm gücümle bağırmaya başladım:

"Buradayım, Akhenaton buradayım. Ankhesenamen! Meritaten! Neferneferure! Meketaten! Setepenre! Neferneferuaten Tasherit! Neden bakmıyorsunuz? Buradayım işte, görmüyor musunuz? "
Çaresizlik ne kadar acı vericiymiş Tanrım! Sesim Nil'in derinliklerinde yolunu kaybetmiş gibiydi. Sanki hiç kimse varlığımdan haberdar değildi. O gün bir kez daha ailemi kaybetmiştim. Borchardt coşkunlukla taşan bir kalbin mutluluğuyla ödüllendirilirken; ben boğazıma yerleşip kalan bir yumru ve derin acılara gark olmuş bir kalple tekrar tekrar cezalandırılmıştım. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, Borchardt'ta benimle ilgili bitmek bilmeyen planlar yapıyordu: Öncelikle hiç kimsenin varlığımdan haberi olmayacaktı. Aksi halde Borchardt, gelecekteki paylaştırmalarda tek düzgün parça alamayacaklarını biliyordu. Bu konuda Simon'u da çok kesin bir şekilde uyarmıştı:

"Renkli Kraliçe çok gizli tutulmak zorundaydı."

Borchardt'ın bu kararı on iki yılımı James Simon'un evinde, tüm dünyadan gizli bir şekilde geçirmeme sebep olmuştu. Ait olmadığım bu evde, on iki yıl boyunca her gün aynı şeyi dilemiştim: "Lütfen Aton! Çaresizlik içinde kıvranan kraliçeni gör. Tüm kalbiyle sana yakaran sesini duy! " Bu boşuna bir yakarıştı elbette. Aton, beni ne görüyordu ne de duyuyordu. Sessizlik içinde geçirdiğim onca yılın ardından, benim için kabullenmekten başka çare olmadığını anlamıştım ki, bir gün "tanrısal güzellik" olarak tüm dünyaya takdim edildim. Ne olduğunu anlayamıyordum. Herkes benden ve güzelliğimden bahsediyordu. Dünya hüzünlü yüzümün ardında ne olduğunu merak ediyor, kadınlar benim gibi görünebilmek için her şeyi yapıyordu. Bu kadar ilgi çekmemin sonucunda, Mısır ve Almanya arasında bir  kavga bile başlamıştı. İki tarafta benim için mücadele ediyordu ve iki tarafta mücadeleyi bırakacak gibi görünmüyordu.  Dünyayı kaosa çeviren olayların fitilini ateşlemiş olan Hitler bile, beni kişisel ikonu ilan etmişti. Öyle ki açıklamalarında "Kraliçenin başından asla vazgeçmeyeceğim. Bu bir başyapıt, bir mücevher, bir hazine. Ona Berlin'de bir müze yapacağım ve bu eseri, kubbeyle taçlanan görkemli bir salona koymayı hayal ediyorum." diyecek kadar saplantılı bir bağlılık duymaya başlamıştı bana. Ancak Hitler'in bana dair hiçbir tasarısı gerçekleşememişti. Çünkü dünya çetin bir savaşın içindeydi ve Berlin bombardıman altındaydı. Bu durum ben ve benim gibiler için zorunlu bir yolculuk daha demekti. Yetkililer bize bir şey olmaması için saklı tutulmamızı istiyorlardı. Bu yüzden benimle birlikte şehir müzesinde bulunan tüm hazineleri, Berlin Hayvanat Bahçesi'ne gizlemeye karar vermişlerdi. Buraya dair aklımda kalan tek şey; yolculuk esnasında duyduğum korkuydu. Zaten burası akılda yer edecek anılara ev sahipliği yapabilecek bir yer de değildi. Günlerim patlama sesleri ve sarsıntılarla devam ederken, benim için bir yolculuk daha belirmişti. Çünkü burası yeterince güvenli değildi ve zarar görmemem için çok iyi korunmam gerekiyordu. Bu ülkeye geldiğimden beri, sürekli olarak bir yerlere taşınıp durmuştum ve artık bu yolculuklardan usanmıştım.

"Tanrım! Ne zaman bitecekti bu kabus? Ne zaman gelecekti benim kurtuluş günüm?"

Her dakikası kabus gibi geçen yolculuğumun bir sonraki durağı tuz madenleri olmuştu. Böylece tekrardan yerin derinliklerine hapsolmuştum. Öylesine karanlık ve öylesine nemli tüneller arasındaydım ki bir yanım deli gibi korkarken, bir yanım ülkeme kavuşabilmenin umuduyla cesaretleniyordu. Dönüş yolculuğum başlayacaktı, hissediyordum. Amerikan Ordusu'ndan bir birliğin madene girdiğini öğrendiğimde, bu hissimde yanılmadığımı anlamıştım. Zifiri tüneller içindeki bekleyişim sona ermişti ve ben mutluluktan havalara uçuyordum. Çünkü ülkeme dönmeme engel olacak kimse yoktu artık.

"Nefertiti özgürdü, Renkli Kraliçe evine dönüyordu."

İşte, yine kalabalık bir grup karşımda dikilmiş beni izliyor. İrileşmiş gözleri ve yarı açılmış ağızlarıyla bir grup hayran bakışın hedefinde, milyonlarca insandan duyduğum aynı sözleri işitiyorum yine: "Kusursuz güzel" Söylediklerine göre yeryüzündeki en güzel kadındım. Bu onlar için yeni bir şeydi belki, ama benim zaten bildiğim bir gerçekti. Çünkü on beş yaşında evlenmek için geldiğim Mısır'da, güzelliğimden dolayı "güzellik geliyor" anlamına gelen Nefertiti denmişti bana. Güzel olduğum için Akhenaton'un aşkına layık olmuştum ve bu aşk sayesinde, Mısır hanedanlığında hiçbir kraliçeye bahşedilmemiş bir hayatın kapıları, benim için ardına kadar aralanmıştı. Bir kraliçe olarak Firavuna eş değer sayılmıştım. O zamana kadar hiçbir kraliçenin elde edemediği bu ayrıcalığın ve sahip olduğum eşsiz güzelliğin benim için en büyük saadet olması gerekiyordu, ancak olmadı. Altı kızım olmasına rağmen, hanedanlığa varis olacak bir erkek çocuk dünyaya getirememiştim ve kızlarımdan beş tanesini hayatta tutmaya gücüm yetmemişti. Dahası benim yerime başka bir kadın Akhenaton'a varis vermişti ve ben hayatta kalan tek kızımın -Ankhesenamen'in- o varisle evlenmesine seyirci kalmıştım. Böylece Tutankhamun'un hem üvey annesi hem de kayınvalidesi olmuştum. Aşık bir kadın için bundan daha büyük bir keder olmamıştır sanırım. Yaşadığım her şey Aton'u tek tanrımız olarak seçmemin bedeliydi, belki de reddettiğim tüm tanrıların lanetiydi. Bilemiyorum. Bildiğim tek şey bitmek bilmeyen bir cezaya mahkum edildiğimdi.

Asırlarca toprak altında nefes alacağım günü beklemiştim. Ve o gün geldiğinde de özgürlüğüme kavuşmuştum. Kötü günler geride kalmıştı artık ve cezam sona ermişti. Yeniden nefes alabilmek benim için bir mucizeydi ve bu mucize bir adamın elleriyle gerçekleşmişti. Ancak bana en büyük mutluluğu yaşatan o eller, aynı zamanda en büyük kederi de yaşatmıştı. Esaretime son veren bir çift el tarafından, topraklarımdan koparılmış ve dönüş zamanı belli olmayan bir yolculuğa sürüklenerek tekrar tekrar cezalandırılmıştım. Bir asır önce getirildiğim, bana yabancı bu şehirde bir sürgündeydim artık. Bu sürgün bir gün bitecek miydi bilmiyorum. Ancak umudumu yitirmek istemiyorum. Çünkü biliyorum, bir gün döneceğim. Beni çağıran topraklarıma "Kraliçe Nefertiti" olarak döneceğim.
Biliyorum.
                   
Yazan: Şükran Koraltan