Pınar SÖZER (Tarihçi / Yazar)

Koleksiyon yapmak, içerik ne olursa olsun araştırmaktır. Merak etmektir. Daha farklısı nasıl olabilir? Nereden bulabilirim? Bunları nasıl düzenlersem daha güzel görünür? Diye düşünmektir. İlkçağlardan beri aynı beslenmek gibi, ilginç, güzel ve az bulunanı toplayıp biriktirmek de içgüdüsel bir eylemdi. Dini törenlerle birlikte toplamak, biriktirmek biraz daha sanatsal ve bilinçli hale geldi. Tapınaklardaki heykeller, adak eşyaları, kralların saraylarındaki değerli hediyeler, savaş ganimetleri birer koleksiyona dönüştü. Zamanla toplayıp biriktirme isteği tüm Dünya’da güç ve gösterişin simgesine dönüşmeye başladı. Eski eserlerin bilinçli olarak toplanmaya başlaması ise eski Yunandan itibaren görülür. M.Ö. 4. yüzyılda yaygınlaşır. Bergama Krallarının Yunan heykel koleksiyonları, Romalıların ilk önce mabetlerde, tiyatrolarda sergilediği eski eserler, zenginlerin saraylarda villalarında oluşturduğu sanat eseri koleksiyonları, Orta Çağ’da manastır ve kiliselerde sergilenen eski eserler saygınlık göstergesi oldu. Orta Çağ'da en büyük toplayıcı kiliseydi. Rönesans’a kadar bu biriktirilenler daha çok hazine olarak görülürken gerçek anlamda koleksiyonlar bu dönemde başladı. XV. yüzyıldan itibaren coğrafi keşiflerle birlikte dünyayı dolaşan gezginler değişik bitki, kitap, sanat eseri, teknolojik malzeme ne buldularsa Avrupa topraklarına taşıdılar. Yeni Dünya’dan gelen bu ilginç objeler Avrupa’da herkesin ilgisini, merakını uyandırdı, kataloglar basıldı. Rönesans ile birlikte sanata, zevke para yatıran zengin aileler koleksiyonlar oluşturup sergileme konusunda yarışmaya başladılar. Çünkü bir koleksiyona sahip olmak itibarı artırıyordu. Dönemin modası, kişinin ilgi alanı, ekonomik güce, koleksiyonun genişliğine göre yeni Dünya’dan elde edilen objeler, dolaplar, çekmeceler bazen bir oda da sergilenmeye başlandı. İşte “merak kabinesi” denilen bu düzenleme mekânları, Avrupa’da modern müze koleksiyonlarının temelini attı. Bu merak çekmeceleri, dolapları içinde bulunan objelerin içeriğine göre; deniz kabukları, fosiller, değerli taşlar, doğadan elde edilen ürünler naturalıa, farklı ülkelere ait nesnelerin toplandığı çekmece ya da dolaplar exotica, sesli hareketli mekanik aletlerin yer aldıkları automata, kitap, harita, çizim el yazması içerenleri bibliotheca diye isimlendiriliyordu.

Cazibe Merkezi

Halka açık ilk müze 1683‘de İngiltere’de kuruldu, Rönesansla gelişti. XVIII. yüzyılda eski eserlere olan merak arttı. Avrupalı gezginler hangi ülkede hangi tarihi eserlerin olduğunu öğrenmeye, kaydetmeye, kataloglamaya başladılar. Siyasi ve ekonomik bunalımlar içinde bulunan ve topraklarında birçok taşınır ve taşınmaz eski eseri barındıran Osmanlı Devleti onlar için önemli bir cazibe merkeziydi. O dönemlerde Osmanlıyı ziyaret eden gezginler, Türklerin eski eserlere değer vermediğini, antik taşları evlerin, camilerin yapımında kullanarak tarihi yok ettiklerini, Türklerin tarih ve sanata değer vermeyen bir halk olduklarını sık sık dile getirdiler. Böylece Avrupa’da var olan olumsuz Türk imajını daha da artırmış oldular. Evet, ihmal vardı, bilinç azdı ama o kadar ekonomik ve siyasi sıkıntının içinde elinde alan bilgisi yetersiz olan bürokrat takımıyla Osmanlı müzecilik alanında da bir şeyler yapmaya çalışıyordu.

Darü’ı-Esliba

Osmanlılar her konuda olduğu gibi müzecilik konusunda da ilk olarak Selçuklu kültürünü örnek almışlardı. Selçuklular döneminde külliye ve medreselerde bilim, sanat, edebiyat koleksiyonları oluşturulmuş, Hitit ve Urartu gibi uygarlıklara ait eserler yapıların bahçesinde tehşir edilerek sergilenmişti. Başka bir deyişle, bu konuda az da olsa yapmaya çalıştıklarını Avrupa’dan değil kendi geçmişlerinden örnek almışlardı. Osmanlı’nın eski eserler konusundaki bilinci Avrupa kadar olamasa da aslında dönem dönem konuyla ilgilenen padişah ve veziriazamlar olmuştu. Osmanlı topraklarındaki eserlerin yurt dışına rahatça kaçırıldığı dönemlerde bile kendi bilinç ve bilgileri dahilinde aslında önlemler alınmaya, bir şeyler yapılmaya çalışılmıştı. İlk kez Fatih Sultan Mehmet, Bizans’a ait lahit ve sütun başlarını bir araya getirerek Topkapı Sarayı'nın 2. avlusunda düzenletmiş, ülkenin çeşitli yerlerindeki eski eserlerin tamirini yaptırmıştı. Yavuz Sultan Selim, 1512 – 1520 yılları arasında seferlerde elde edilen Hristiyan ve Müslümanlığa ait eserleri toplayarak Yedikule Hisarı’nda bir koleksiyon oluşturmuş, III. Murat bu koleksiyonu Topkapı Sarayı’na taşımıştı. 1730’da Topkapı Sarayı’nın 1. avlusundaki Aya İrini Kilisesi’nde toplanan savaş ganimetleri ve silah koleksiyonu ilk kez Darü’l-Esliba adıyla sergilenmişti. Abdülmecid 1845’de Yalova’da Kral Konstantin’e ait yazıtların bulunduğunu fark etmiş, İstanbul’a gönderilmesini emretmişti. Osmanlı'da müzeciliğin ilk faaliyeti olarak görebileceğimiz çalışmalar 1846’da Harbiye Nezareti ambarında eski silahların toplanıp sergilenmesi ve öncelikle Yalova’dan süreç içinde de imparatorluğun çeşitli yerlerinden bulunup İstanbul’a gönderilen eski eserlerin sergilenmesiyle oluşmuştu. Bu sergilenme halka yönelik değildi elbette. Padişahların özel misafirleri, Krallar, yabancı elçiler tarafından gezilebiliyordu. Dar’ül Esliba adlı bu silah koleksiyonu geliştirilip kataloğu hazırlanarak eski silahlar ve eski eserler başlığı altında Abdülaziz döneminde Müze-i Hümayun adını aldı. İşte bu eserler, Osmanlı'nın ilk müze koleksiyonuydu.

Müze-i Hümayun

1850 yılına gelindiğinde imparatorluğun çeşitli yerlerinde bulunan eserlerin mutlaka İstanbul’a bildirilmesi ve gönderilmesi sistematik hale getirilmişti. XIX. yüzyıl ortalarında eski eserlerin yurt dışına kaçırılmasını engelleme çalışmaları başlamış, 1864’de bunun için bir de emirname yayınlanmıştı. Kanuna göre çıkarılan eski eser iki tane ise bir tanesi kazıyı yapana bırakılacak, tek ise yine kazıyı yapana bırakılacaktı.1869’da Eski Eserler Nizamnamesi ile çıkarılmış tarihi eser kaçakçılığı yasaklanmıştı. Ama bu kanun da eserin ülke içinde satılmasına izin veriyor, ayrıca kişinin mülkü içinde çıkan eserin satışı konusunda mülk sahibi serbest bırakılıyor, dış satışı da engellenmiyordu. 17 Ağustos 1880'de depolarda biriken eserler ve Aya İrini’de biriken eserlere sergileme yeri açmak için Çinili Köşk binasında düzenlemeler yapılarak her kesimden ziyaretçiye açık hale getirildi. Çinili Köşk Osmanlı eserlerinin gerçek anlamda müzeye dönüştüğü yer oldu. Bu günkü İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin temelini oluşturdu. Dönemin sadrazamı Ethem Paşa'nın Paris’te 12 yıl resim eğitimi görmüş oğlu Osman Hamdi Bey müze müdürlüğüne getirildi. Meşhur Kaplumbağa Terbiyecisi tablosuyla tanıdığınız, Avrupa kültürüyle yetişmiş ressam Osman Hamdi Bey, göreve geldikten sonra bugünkü eski eserler müzesini güzel sanatlar okulu olarak kullanılmak üzere inşa ettirmiş, 1883’de Nemrut Dağı'nda ilk Osmanlı kazılarını yaptırmıştı. Kazıları Türklerin yapmasını, bu konuda eğitim alınmasını savunmuş, bir yıl sonra eski eserler tüzüğünü hazırlatarak yağmacılığın önüne geçmeye çalışmıştı. 1881-1910 yılları arasında müdürlük yapan Osman Hamdi Bey Osmanlı'da modern anlamda müzeciliği başlatan kişi oldu. Türkiye’nin ilk müze binası olacak olan, Müze-i Hümayun 1899 yıllarında yeni bölümler eklenerek genişletildi. 1907’de Lahitler Müzesi adıyla anılan bu müze İstanbul Arkeoloji Müzesi'ydi ve böylece Osmanlı'da modern müzecilik başlamış oldu. Osmanlı'nın toprak kayıpları, ekonomik sıkıntılar, isyanlar ve güvenlik sorunlarıyla boğuştuğu günlerde yine de eski eserleri koruma ve sergileme konusunda bir şeyler yapılmaya çalışıldığı, bu konuya tamamen ilgisiz kalınmadığı görülmektedir.

Merak etsinler

Bırakın, çocuklarınıza bilgi yüklemeyin, parmağının ucunda bir tık ile bilgiye erişebilir. Ona merak edecek ortamlar yaratın. İlgi alanları olsun, koleksiyon yapsın, yalnızca kendi merak ettiği bir konuyu araştırsın. Ödev yapmaktan daha yararlı olacaktır. Bilmediği bir şehre götürün, beş yıldızlı deniz kum tatili yerine bir şehrin nesi meşhur öğrensin. Kendi yaşadığı kentle kıyaslasın. İlginç bir yapının hikâyesini öğrensin. Gittiği yere özgü bir el sanatını alıp incelesin. Bugün olmazsa bile yarın kim bilir bu çocuklar hangi mevkilere gelir ve belki çocukken gördüğü unutamadığı bir obje ona hangi konuda ilham verir. Meraklı olsun ki çocuklarımız icat çıkarsınlar. Çünkü icat çıkaramayanlar yeni dünyada var olamayacaklar.