Hazırlayan / Neşe BAYRAÇ

Ankhor Watt’in yeryüzünde bulunan en büyük tapınak olduğu söyleniyor. Bugüne değin Yunan ve Roma medeniyetlerinin bizlere bıraktığı tüm tapınaklardan daha büyük. 1992 yılında Unesco, Dünya Kültür Mirası Listesi'ne alıyor. Kamboçya bayrağında bile simgesi var. Kamboçya denince akla ilk gelen şey.

Önce nereyi gezeceğimizi popülar bakış açısıyla söyleyeyim. Angelina Jolie’nin Lara Croft: Tomb Raider filmine set olmuş Tapınak. Hatırladınız mı? Bu film sonrası Angelina Jolie Kamboçya'ya hayran kalmış ve defalarca ziyaret etmiş, ilk çocugu Maddox’u buradaki bir yetimhaneden evlat edinmişti. Bu iki tapınağın içerisinde bulunduğu Ankhor şehrinin bugünkü Londra kadar büyük ve kalabalık bir şehir olduğu söyleniyor. 11. ve 13. yüzyılda hüküm sürmüş Khmer İmparatorluğu'nun da başkenti. 12. yüzyılda (1113 – 1150 yıllarında) hüküm süren Khmer Kralı Suryavarman II tarafından Hindu Tanrısı Visnu’ya adamak üzere yapılmaya başlanıyor ve yapımı 30 yıl kadar sürüyor. Toplam alan 400 km2.. Tapınağın bulunduğu Ankhor şehri zamanında düzenli yerleşimi, mühendislik harikası su kanalları ve ticaretin merkezi olması açısından çok önemli bir şehir. O zamanın Londra’sından daha kalabalık. İçerisinde 100lerce tapınak var. Ancak en meşhurları ve en büyükleri Ankhor Watt ve Ankor Tomb.

Ankhor: Şehir

Watt: Tapınak demekmiş.

Tapınak Hinduizm inancına göre yapılmış ancak 13. yüzyılda Budizm’e çevrilmiş. Dolayısı ile tapınakta her iki dine ait simgeler ve rölyefler var. Biz gezerken Budist rahipleri gördük. Tapınağın çok ilginç bir bulunuş hikayesi de var. 1860 yılında Fransız doğa bilimci Henri Mouhot, bugünkü tapınaklar bölgesi civarında bölgede bulunan böcekleri incelemek için araştırma yapmaktayken, içerisinde devasa ağaçlar bulunan ormanların içerisinde, ağaçların arasından şu görüntüyü görür.

O tarihe değin bölge halkı ormanla kaplı bu bölgenin etrafında sakin ve ilgisiz bir şekilde yaşıyor, Tapınağın bir gizemi olduğunu düşünüp hatta kendi kendini inşa ettiğini düşünüyorlarmış. Mouhot, Tapınağı bir dergide yayınlayarak, dünyaya açıyor ve bölge turist ve fotoğrafçı akınına uğruyor. Ancak, talihsiz adam ertesi yıl zehirli bir böcek sokması sonucu vefat ediyor.

Balta girmemiş devasa ağaçlarla dolu bu ormanın içerisinde bu inanılmaz yapıları kim yapmıştır diye araştırmaya başlıyorlar. Kamboçya’nın, Fransız sömürgesi olduğu yıllarda, Fransızlar hemen tapınağı incelemeye başlıyorlar. İşe öncelikle taşları çepeçevre saran devasa ağaç ve bitkileri temizliyorlar ve bu temizliği yaparken de taşların arasında bir günlük buluyorlar. Günlük, 1296 yılında buraya gelen Çinli bir diplomata ait. Önce hazine bulmuş kadar sevinen arkeologlar, günlüğü okudukça abartılı bilgiler de olduğunu görüp, dikkatlice incelemeye karar veriyorlar. Sonunda, günlüğün yeterince güvenilir olmadığını görüp, bu bilgilerle yetinemeyeceklerini anlayarak, tek çare olan duvarlarda boydan boya yer alan yazıları okuyabilmeyi başarıyorlar ve Tapınağın perde arkasındaki sır böylece ortadan kalkıyor.

Bu tür olaylar sömürgeciliğe bir de bu perspektiften bakmayı düşündürüyor. Bölge halkı Tapınağın Unesco Dünya Mirası Listesi'ne girecek denli önemli olduğunun hiç farkında ve bilincinde değil maalesef. Fransızlar olmasa, Tapınak, uzun yıllar daha dünya sahnesine çıkmazdı. Hatta bugünkü Kamboçya’da, Kızıl Kmerler'in liderinin ülkenin eğitimli büyük çoğunluğunu öldürerek yok ettiği düşünülürse, günümüzde buranın ortaya çıkmış olabilme olasılığı bile çok düşük ne yazık ki.

Şu an Tapınak, UNESCO, Dünya Kültür Mirası Listesi'nde yer aldığı için Alman, Fransız ve Japon tarih ekipleri tarafından araştırılıp, korunuyor. Söz buraya gelmişken 1970’li yıllarda ülkede büyük katliam yapan Kızıl Kmer Lideri Pol Pot’tan da bahsetmek gerek. Çünkü, Pol Pot döneminde Tapınak gene kendi haline terkediliyor. Pol Pot Fransa’da eğitim almış bir Kamboçyalı. Asıl adı Saloth Sar. Yıllar sonra kırsala dayalı kültür devrimi ütopyası ile ülkesine dönuyor ve öğretmenlik yapmaya başlıyor. Aynı anda komünist partisine üye oluyor ve hızlıca partide yükseliyor. Son derece radikal bir kişilik. O dönemin Kral’ı, komünistlerle yeterince mücadele edemediği öne sürülerek, Amerikan destekli bir darbe ile devriliyor ve Çin’e sığınıyor. Aynı zamanda ülkeye komünist Vietnam’dan sürekli saldırılar oluyor. Ülkenin kuzeyinde pirinç üreten çiftçiler bulundukları bölgeleri terk edip şehirlerde yaşamaya başlıyor ve pirinç üretimi % 80 düşüyor ve ülkede kıtlık başlıyor.

Kral’ın kaçması, pirinç kıtlığı ve ülkeye yapılan Vietnam saldırıları ile ülkeyi savunan Kızıl Kmerler ülkelerini korumak için harekete geçiyor. Sayılarında ciddi artış oluyor ve örgütün başındaki Pol Pot bir anda ülkeyi yönetmeye başlıyor. Ne yazık ki insafsızca… Ülkenin adını Demokratik Kamboçya koyuyor. Nasıl bir demokrasi ise artık. Hafızalardan komünizmi silmeye çalışıyor. Ülkede parayı ortadan kaldırıyor, ülkenin dışarısı ile ilişkisini kesiyor.

Neler mi yapıyor; Herkesi köylerde yaşamaya zorluyor. Çiftçilik dışındaki her uğraş reddedilerek bu işleri yapanlar katlediliyor. Eşitlikçi ve komünist yönetim için halkın sadece çiftçilik ile uğraşması gibi son derece radikal bir düşünce yerleştirmeye çalışılıyor. O’na göre modern toplumlarda görülen ülkedeki yozlaşmanın önüne geçmek için tarıma dayalı bir toplum olmalıydı. Bunun sonucu olarak da okumak, yabancı dil bilmek hatta gözlük takmak bile ölüm nedeni oluyor. Böylece, bankalar, üniversiteler, fabrikalar, okullar, postaneler, gazeteler, dergiler kapatılıyor. Herkesin birbirine yoldaş demesi isteniyor. Bu o kadar abartılıyor ki çocuklardan anne ve babalarına bile yoldaş demeleri isteniyor. Demeyen anında öldürülüyor. Sapkın bir ruhla öldürmeden önce herkesin tek tek fotoğrafını çekiyorlar.

Bu arada kadınlara tecavüzler de oluyor. Hatta küçücük kız çocuklarına. Farklı giyinleri ve dilleri nedeniyle özellikle Müslümanlar hedef alınıyor. 3 yıl 8 aylık yönetiminde 3 milyona yakın insan öldürülüyor. Artık öldürmeye cephane yetmeyince öldürmeye daha ekonomik yöntem buluyorlar. İnfazların bıçak veya çeşitli işkencelere maruz bırakılarak yapılmasına karar veriliyor.

Neyse ki, trajedi Vietnam’ın saldırısı ve yenilmeleri ile son buluyor. Ülkeyi, Kızıl Khmer’lerden kaçanlardan oluşan yeni bir grup kuruyor. 1975 – 1980 arasında yaşanmış bu trajedi sonrası halen ülke toparlanmaya çalışıyor ve eğitim seviyesi çok düşük. Bölgede Taylan ve Vietnam çekişmesi yaşanıyor.

Şimdi gelelim Tapınağı gezmeye.

Hava çok sıcak ve aşırı nemli. Benim gibi hem sıcaktan gelen hem de sıcağı seven bir insan için bile aşırı sıcak. Rehberimiz bu sıcak nedeni ile geziyi ekstra ödeme yaparak sabah 5’te yapmayı önerdi. Kamboçya’nın sıcağı ve neminde çarpılmış olduğumuzdan hemen kabul ettik. Sabah 5’te başladık. Giriş inanılmaz kalabalık. Rehberimiz, giriş kartı alabilmek için, resmimizi çekiyor. Aşağıdaki gibi bir giriş bileti alıyoruz. Günlük 37 USD.

Biletimizi gün boyu saklamamız gerektiğini sıkı sıkı tembih ettiler. Hakikaten gezimiz sırasında arada kontrol ettiler. Bu arada Kamboçya’da hem Kamboçya Riel’i hem de USD kullanılıyor. 14.000 Riel = 1 TL.

Kapkaranlık bir ortam. Sabahın körü olmasına rağmen inanılmaz kalabalık. Her milletten insan var. Asyalıların çokluğu dikkatimizi çekerken, rehberimiz 'saat 10’dan sonra Çinliler gelir ve çok kalabalık gruplarla gelirler, iyi ki onlardan önce davrandık' dedi. Çinlilerin birbirleriyle anlaşırcasına aynı saatte gelmeleri ilginç geldi.

Bu saatte gelmemizin bir diğer önemli nedeni ise Muhteşem! olarak tanımlanan gün doğumunu yakalamak. Gün batımı da 'Muhteşem'miş ancak onu maalesef göremeyeceğiz.

Karanlık ormanın içinde yürümeye başlıyoruz. Rehberimiz çok deneyimli, bizi kalabalık olmayan değişik bir rotadan yürütüyor. O nedenle biz iki kişi ve rehberimiz kuş uçmaz kervan geçmez bir ormanda başbaşayız. Dışarıdan bakınca ürkütücü olmakla birlikte, biz göreceğimiz yerler ile ilgili heyecanlıyız.

Rehberimiz, Ankhor Watt’in önüne geldiğimizi söyledi ama her taraf kapkaranlık. Etrafta aydınlatma yok. Nereye geldiğimizi anlayamadık. Güneşin doğuşu bu noktadan en iyi göründüğü için burada bekleyeceğimizi söylüyor. Tabi ki hava şartları izin verirse. Hava çok nemli ve sisli. Güneş ışıklarının gökyüzünü aydınlatmaya başlaması ile siyahın tüm tonlarına sahip devasa, Ankhor Watt Tapınağı önümüzde yavaş yavaş belirmeye başlıyor. Devasa, ürkütücü ve mistik. Etrafımızda her milletten insan olmasa kendimizi tarih öncesi bir dönemde sanabiliriz. Her şey devasa olunca şimdi köşeden bir dinozor çıkar mı diye düşünüp hava aydınlandıkça kendimizi bir masal aleminde gibi hissediyoruz.

Bekledikçe ortam kalabalıklaşmaya başladı. Herkes elinde kameralar güneşin doğuşunu izlemekte.

Beklediğimiz nokta Tapınağın önünde ve güneş Tapınağın arkasından doğuyor. Tapınak ve bizler arasında da küçük bir doğal gölet var. Gün ağardıkça Tapınağın ve çevresindeki ağaçların gölgesi üzerine vuruyor. Çok şiirsel bir görüntü.

Hava sıcaklığı artmadan ve daha fazla kalabalıklaşmadan bir an önce geziye başlayalım dedik ve göreceğimiz Ankhor Watt tapınağının içerisine doğru yürümeye başadık. Attığımız her adımda, mistik bir dünyanın içine sızıyor gibiyiz.

Gezerken arada ilginç görüntülerle karşılaşıyoruz. Budist Rahip genç bir Western’i kutsuyor.

Tapınağın tepesinin dimdik merdivenlerine tırmanırken oldukça kilolu ve bir ayağı sakat 70 yaşın üzerinde bir Amerikalı ile tanıştık. Merdivenleri zorlukla, nefes nefese çıkarken, 'Bunu başarmam lazım, bunu başarmam lazım…' diye motive ediyordu kendini. Bize de 'ölmeden bunu başarmam lazım' dedi. Biz de kendisine yardım etmeye çalıştık. Herkes saygıyla onun çıkışını bekledi. 'Ölmeden görülmesi gereken yerlerden' deyip tek başına gelmiş. Burası hakikatten öyle bir yer.

Burayı ilginç kılan bir diğer konu ise bütün Tapınakları çepeçevre gövdeleri ve kökleri ile saran devasa ağaçlar. Gövdeleri ile orantılı devasa köklerinin bir bölümü dışarda ve binaları çepeçevre sarmış. Sanki herkesi her şeyi yutacak gibiler.

Burası su kanalları üzerine yapıldığı için, günümüze su kanalları kalmasa da göletler var. Üzerlerinde doğal yetişen nilüferler ise müthiş güzel görünüyorlardı.

Dönüşte yolda gördüğümüz bu şirin kız çocuğu ise Angelina Jolie gibi hissettirdi.

Gezimiz müthiş bir sıcakta gerçekleşti. Bunaldıkça bizi takip eden aracımıza sığındık. Şoförümüzün hazırladığı buz gibi soğutulmuş ıslak mendillerle kendimize gelip nefes alabildik ve bir sonraki parkur için toparlandık. Aslında gittiğimiz, Mart sonu, dönem hala bu bölge için yüksek sezon. Bu nedenle de çok kalabalıktı. Yaz dönemi mevsimsel olarak çok zorlayıcı olmakla birlikte hem fiyat hem de sakinlik açısından tercih edilebiliyormuş. Giderken hava şartlarının iyice düşünülmesi gerekir.

Her şeye rağmen tanıştığımız Amerikalı'nın dediği gibi

'Ölmeden önce görülmesi gereken bir yer.'