Eylem ASLAN

“Bir yemek masasında gülebilir, ağlayabilir, tartışılabilir ve elbette uzlaşabiliriz. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Bir mutfakta sadece yemek pişirilmez. 'Birlikte' yemek pişirilir ve sırlar paylaşılır. Yemek sırları ya da hayatın sırları, fark etmez… Mutfak ve yemek masası her zaman paylaşmak için iyi bir yerdir’’ der yemek masaları ve modern sinemayı incelediği yazısında yazar Seçil Epik.

Yemek birleştirir, buluşturur… Her akşam birbirlerinden ayrı geçirdikleri günü paylaşan aileler de ticaret yapmak için buluşan insanlar da her zaman bir sofranın etrafında toplanır.

Yemek kimi zaman hatırlatır. Bir yere girdiğinizde aldığınız vanilya kokusu, sizi çocukluğunuzdaki evin mutfağına, anılarınıza götürebilir… Ancak aldığımız kokuların tamamı için bir isim bulamayız. Bir şeyin nasıl göründüğünü kolaylıkla tarif edebilirken, konu kokuya gelince, onu bağlantı kurduğumuz şeyle ifade etmeye çalışırız.

Yani kokuyu, o kokuyu yaratan nesne ile betimleriz: 'Taze ekmek', 'çimen', 'ilk yağmur' sonrasındaki 'toprak kokusu' gibi…

Edebiyatta yer alan usta yazarların büyük bir 'iştahla' anlattıkları tatlar, yemekler ve sofralar sayesinde, yalnızca okuyarak bahsedilen bütün o tatları duyumsayabilir, örneğin bir çikolatanın ağızda yavaş yavaş dağıldıktan sonra bıraktığı o lezzeti hissedebiliriz.

Michel Onfray, Filozofların Karnı adlı kitabında benzer bir şeyden bahsederek şöyle der: “Kitapçı bir dostum bana kitaplarla besinler arasında bir birleştirme çizgisi olduğunu öğretti. Eski aşçıydı, güzelliğe düşkün ve büyük damak zevkine sahip biri olarak geçmişini zarif bir edepliliğin gerisinde saklıyordu.”

İnsan ne yerse odur!

Kant, Nietzsche, Marinetti ve Sade hangi yemekleri severlerdi ve bu yemekler onları nasıl etkiledi? Çiğ ahtapot yemeyi sevmese Diyojen uygarlığa düşman olur muydu? Rousseau sürekli süt ürünleri yemek zorunda olmasa azla yetinmeye bunca methiye düzer miydi? Kabuslarında devamlı yengeçler gören Sartre, hayat boyu kabuklulardan tiksinmesinin bedelini ödemedi mi? Belki de Marx’ın önermesi doğrudur: İnsan ne yerse odur!

Fransız edebiyatının 19. yüzyıl temsilcilerinden Emile Zola, 'Tazı Payı' adlı romanında, yükselen burjuvanın köşkünde bir ziyafet akşamında sunulan yemekleri sayfalarca anlatır, içeceklerin sırasını, renklerini, ağızda bıraktıkları tatları tarif eder.

Amerikalı yazar Herman Melville’in 'Ishmael deyin bana' cümlesiyle başlayan dünyaca ünlü romanı Moby Dick’te tamamen yemeğe ayrılmış bir bölüm vardır.

Lezzetlerin anılarımızla gizli bir bağı var. Ihlamur çayına batırdığımız bir bisküvi bile istemsizce geçmişimizi hatırlatabilir. Proust'un Bergson'dan yola çıkarak romanlarının ana unsuru yaptığı sezgicilik kavramı, istemdışı bellek, öncelikle unutuşu gerektirir. Beklemekten ve zaman geçirmekten başka yapabileceğimiz pek bir şey yoktur belirli bir hatıranın yeniden canlanması için... Unutmuş olmalıyız ki, hatırlayabilelim. Şansımız varsa bir gün o hatıra bizi en beklenmedik bir yerde yeniden bulacaktır. İşte o zaman, Proust'a göre şiirsel bir tecrübe yaşamış oluruz.

Yiyeceklerin ruhu

Eserleri kadar iştahına düşkünlüğüyle de tanınan Ernest Hemingway, romanlarında yalnızca kahramanlarının günlük yemek rutinlerinden değil, dost meclislerinden, büyük sofralardan bahsetmeyi de sever. Paris Bir Şenliktir'de, üç ayrı yerde istiridye yemekten bahseder. Yemek yemenin yalnızca onu hazırlamak ve tüketmekten ibaret olmadığını, asıl o yemek etrafında toplanan dost ortamının ve ambiyansın önemli olduğunu anlatmaya çalışır büyük usta.

Yemek pişirerek, yemek yiyerek, yemekler aracılığıyla aşk ilanı, tinsel iletişim gerçekleşebilir mi? Laura Esquivel, 'Acı Çikolata' ile, içinde yemek tarifleri, aşk öyküleri ve kocakarı ilaçları bulunan bu romanla bu iletişimin gerçekleşebileceğini kanıtlar. Yazar, yiyeceklerin de bir ruhu olduğu, tanık oldukları ruh hallerinden etkilenebildiklerini anlatır. Tezcucana Usulü Biberli Kırmızı Fasulye bölümünde söz edilen, Tita ve Rosaura’nın kavgasına şahit olan fasulyelerin saatlerce kaynamasına rağmen pişmemiş oldukları anlarız. Bu durumda yapılması gereken en doğru davranış, fasulyelerin ruh hallerini düzeltmek için şarkı söylemektir. Kısa bir süre sonra fasulyeler pişer.

“Gidebileceğiniz kadar gidin. Ya okyanusları aşın ya da bir nehri geçin. Ama gidin. Başka birinin hayatını öğrenin ya da hiç olmazsa onun yediği yemekleri yiyin” diyen Anthony Bourdain 'Mutfak Sırları' isimli kitabında, şef olma yolunda yaşadığı tüm serüvenleri esaslı bir gerilim romanına taş çıkartırcasına anlatır. Ünlü şef hayatın anlamını; 'Ben şahsen dana eti suyu, eritilmiş iç yağ, sosis, sakatat, dömi glas ve hatta pis kokulu peynirsiz hayata hayat demem. İşinde iyi olan yükselir, tıpkı sütün kaymağının üste çıkması gibi' diye anlatır.

Kim Wilson’ın Jane Austen ile 'Çay Saati' kitabında o dönemlerde yapılan kek ve özel çay tariflerine kadar her ayrıntı kitapta verilir.

Akşam çayı içmenin insanda yarattığı hoş duygu, William Cowper'ın ''The Task' adlı şiiri ile anlatılır:

“Şimdi ateşi harla ve kapak kepenkleri / Perdeler yere değsin, döndür sediri / Semaverden çıkar ıslık sesi ve su kabarcıkları / Buhardan bir yol oluştururken, çay fincanları / Pek mutludur halinden; ama etmez sarhoş / Bekleyelim ve tadını çıkaralım akşamın pek hoş.”

İngilizler ve çay saati demişken, sinema tarihindeki en unutulmaz çay sahnelerinden biri, sihirli bir dadının öyküsünü anlatan Disney klasiği 'Mary Poppins'de 1964 yılında karşımıza çıkar. Kahramanlarımız, neşeli bir şarkı söyleyerek, masa ve sandalyelerle birlikte havaya yükselir ve böylece tavanda eşsiz bir çay partisi verilir. Çünkü Mary’nin dediği gibi, “İngiltere’de çayın zamanı geldiğinde… çayını içersin!” Bazıları içinse, daima çayın zamanıdır.

"Eğer daha çok insan yemeğe, neşeye ve şarkılara altından daha çok değer veriyor olsaydı, dünya daha şenlikli bir yer olurdu." Cücelerin lideri Thorin Meşekalkan’a bu sözleri söyletir Tolkien. Fantastik edebiyatın en büyük ismi, en az gerçek dünya kadar iyi tasarladığı Orta Dünya’sında yiyeceklere, topluca yenen yemeklere ayrı bir önem verir ve anlamlar yükler. Umutsuzluk, yorgunluk, dirençten düşmüşlük anlarında, yolculuklar, maceralar veya kutlamalar sırasında topluca yenen leziz yiyecekler, adeta ekibi yeniden hayata döndürür ve onlara yola devam edecek sihirli bir güç sağlar. E aslında o kadar da fantastik değil, değil mi? Dostlarımızla, ailemizle birlikte yediğimiz yemekler sonrasında hangimiz sofradan daha mutlu, daha umutlu ayrılmayız ki?

Haruki Murakami romanlarında, mutfağın ne denli mühim olduğunu yazarın hayranları ve okuyanları çok iyi bilirler. Hatta, romanlarında şu özlü sözüyle de bu durumu destekler: "Az yemek yiyen insanlara güvenmem. Onların gidip başka bir yerde o eksikliği tamamladıklarını düşünürüm" der.

Kraliçe’nin turtası

Alice Harikalar Diyarında’nın başkarakteri Alice sıradan bir İngiliz kızıdır; ta ki bir tavşan deliğine düşene kadar. Kendini bulduğu karmakarışık dünyada Kraliçe’nin turtalarını çalmakla suçlanır. Yazımın sonunda işte o turta tarifini de sizinle paylaşmak isterim:

Fırını 200 °C’de ısıtın. Tereyağı ve şekeri karıştırıp yumurta sarısı, badem ve unu ekleyin. Karışımı hamur hâline gelecek şekilde karıştırın. Yağ geçirmez kâğıda sarıp 20 dakika soğutun. Hamuru yuvarlaklar hâlinde bölüp turta kalıplarının içine oturtun. Tekrar 15 dakikalığına buzdolabına yerleştirin. Turtanın dışını 15 dakika fırında pişirip soğumaya bırakın. Dolguyu hazırlamak için yumurtaları ve şekeri çırpın. Unu ekleyin. Derin bir tavada sütü kaynatın ve yumurta karışımına ekleyin. Karışımı tekrar tavaya alıp bir 10 dakika daha pişirin. Streç filmle üstünü örterek soğumaya bırakın. Dolguyu bir kaşık yardımıyla turta tabanlarına yerleştirip serin bir yerde yaklaşık 30 dakika bekletin. Dinlendikten sonra turtayı ayıklanmış kırmızı kuş üzümü, dilimlenmiş çilek ve ahududuyla süsleyin. Pudra şekeri serperek servis edin. Afiyet olsun.