ASİL KOCAÇINAR

30 Ekim Cuma günü Sisam Adası’nda meydana gelen ve İzmirimizde de yoğun olarak hissedilen etkileri her geçen gün biraz daha gün yüzüne çıkıyor. Deprem nedeniyle 114 vatandaşımız hayatını kaybetti, 1035 vatandaşımız ise yaralandı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın verilerine göre ise 214 bina ya yıkıldı ya da ağır hasar aldı.

Yaşadığımız vahim hadisenin yarattığı şokun biraz olsun atlatılıp, olaya daha soğuk kanlı bakıldığında, “depremden zarar gören vatandaşların, bu zararlarının ifasını kime yönelteceği” sorusu, daha çok kimse tarafından yüksek sesle sorulur oldu. Bu çalışmamızda; deprem nedeniyle yaşamı, ruh/beden sağlığı veya malvarlıksal hakları zarar gören yurttaşlarımızın taleplerini kime yönelteceklerini irdelemeye çalışacağız.

Her şeyden evvel belirtmek gerekir ki bu çalışmamız deprem hadisesinden etkilenen kimselerin, malvarlıksal zararlarının tazminine yönelik ve dolayısıyla medeni hukuktan kaynaklanan tazminat haklarına ilişkin olan bir çalışma olacaktır. İdarenin denetim yükümlülüğündeki eksikliklerden kaynaklanan idari yargı uyuşmazlıkları ve kişilerin suç ihtiva eden fiillerin kaynaklanan cezai sorumlulukları bu yazımızın kapsamı dışındadır.

Enkaz kaldırma çalışmalarının detaylarına ilişkin bilgilerin ortaya çıkması ve deprem olgusuna ilişkin uzmanların, yazılı ve görsel medyada daha çok yer alması ile yıkılan yapıların “inşaat tekniği anlamında oldukça yetersiz ve mevzuata aykırı” olduğu gün yüzüne çıkmış oldu. Hal böyleyken, uğranılan zararların nedeninin salt deprem değil, sorunlu yapılar olduğu da bir kez daha bilinçlere yükseldi. Bu nedenle doğan zararların, bir “takdir-i ilahi” olmadığı, gerçek veya tüzel kişilerin hatasından kaynaklı olduğu ve bu kimselerin tazmin sorumluluğunun bulunduğu su götürmez bir gerçek. Yasal mevzuatımız da bu konuda birden çok düzenleme içeriyor.

“Kusursuz sorumluluk”

Bu düzenlemelerden kaynaklı ilk sorumluluk yapı sahiplerine yüklenmiştir. Bir yapının sahipleri, o yapının “yapımındaki bozukluklardan veya bakımındaki eksikliklerden” sorumludurlar. Bu sorumluluk Türk Borçlar Kanununun 69. Maddesinde düzenlenmiştir. Bu maddeye göre “bir binanın veya diğer yapı eserlerinin maliki, bunların yapımındaki bozukluklardan veya bakımındaki eksikliklerden doğan zararı gidermekle yükümlüdür.” Bu kimselerin sorumluluğu sadece o yapının sahibi olmaktan kaynaklanır. Bu nedenle bu sorumluluğun varlığı için, ilgili yapı sahiplerinin bir de kusurlu olması gerekmez. Hukuk öğretisinde “kusursuz sorumluluk” olarak adlandırılan bu sorumluluk esası nedeniyle, yıkılan veya bir zarara yol açan yapıların sahipleri, hiçbir kusurları olmasa bile bu yapıların yol açtığı zarardan sorumludurlar. Zira bu kimselerin, bu yapılan için gerekli tedbirleri almak yükümlülüğü bulunmaktadır. Burada bahsedilen yapı sahibi, bir apartmanın/ binanın tamamının sahibi olabileceği gibi o apartmanın/binanın yalnız bir bağımsız bölümünün (dairesinin) sahibi de olabilir.

Bu hukuki düzenleme uyarınca, yıkılan yapılar nedeniyle herhangi bir zarara uğrayan herkes, ilgili yapının sahiplerinden bu zararını talep edebilir. Bunun için; talep sahibinin bir zarar görmüş olması, zararın ilgili yapının yapılışındaki veya bakımındaki bir eksiklikten meydana gelmesi ve son olarak sorumlu tutulacak kişinin o yapının sahibi olması yeterlidir. Yaşadığımız elim hadiseyi düşündüğümüzde, yazımızın başında da değindiğimiz gibi, can ve mal kaybı zararlarının çoğunun binaların yapılışındaki eksikliklerden kaynaklandığı yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaktadır.

Bu husus, zararların yargılama konusu yapılmasının akabinde yapılacak bilirkişi incelemesi ile daha net şekilde ortaya çıkacaktır. Aynı şekilde kamuoyunda konuşulduğu gibi “kolon kesimleri”, “güçlendirme ve bakım çalışmalarına engel olunması” gibi hadiseler de yapının bakımına ilişkin eksiklikler olduğundan yapı sahiplerinin sorumluluğunu gerektirecektir.

Somut bir örnekle anlatmak gerekirse, A apartmanının, B kişisine ait bağımsız bölümünde (genellikle dairesinde) kiracı olarak oturmakta olan C ailesi fertleri, uğradıkları tüm maddi ve manevi zararları B kişisinden talep edebileceklerdir. Bunun için B kişisinin kusurlu olması gerekmeyip; zararın A apartmanının yapısal eksikliğinden kaynaklanması ve C ailesi fertlerinin zarar görmesi yeterlidir. C ailesi fertleri, gerek eşyalarının akıbeti nedeniyle uğradıkları zararları gerek bedenlerinde ve ruh dünyalarında meydana gelen hasarlardan kaynaklı zararları gerekse içlerinden birinin vefatı nedeniyle duydukları üzüntünün yarattığı manevi hasarın tazminini isteyebileceklerdir. Öte yandan zararlarının giderilmesini isteyebilecek olanlar yalnızca o yapılarda yaşayan kimseler değildir. Kanun, tazminat isteyebilecek kimseler açısından bir sınırlama yapmamıştır. Yine bir örnekle açıklamak gerekirse, yıkılan yapının altında park halinde duran arabası zarar gören veya şans eseri o yapının altından geçerken zarar gören bir kimse de yapı malikinden, zararının giderilmesini talep edebilir.

Zarar gören korunur

Bu şekilde hukuk düzenimiz, zarar gören nihai kişiyi korur. Ancak belirttiğimiz gibi bu durum, yapı sahibi olan kişiyi, bazen hiçbir kusuru yokken sorumluluk altına sokabilir. Bu durum yasalara uygun olsa bile hukukun temellerinden biri olan hakkaniyete uygun düşmez. Bu nedenle yine TBK m. 69, “Sorumluların, bu sebeplerle kendilerine karşı sorumlu olan diğer kişilere rücu hakkı saklıdır.” düzenlemesini içermektedir. Rücu, hukuki anlamıyla, “ödemede bulunan kimsenin, bu bedeli, asıl ödeme yapması gereken kişiden istemesidir.”

Burada hukuk düzenimizin amacı, zarar gören nihai kişinin zararını tazmin ettikten sonra, bir kusuru olmayan yapı sahiplerinin de hakkını savunmaktır. Bu rücu hakkı çok çeşitli sebeplerden kaynaklanabilir. Örneğin hali hazırda kamuoyunda tartışılan “yapının taşıyıcı kolonlarının alan kazanma amacıyla kesilmesi” hadisenin varlığı halinde, bu fiilde kusuru bulunan kimselere karşı rücu davası açılabilir. Zira yapı sahibinin bu olayda bir kusuru olmayıp, tazminat ödemesine yol açan zarara neden olan da bu fiildir. Hukuk düzeni, bu şekilde yapı sahibini de korumaktadır. Aynı şekilde yapının bakımından sorumlu bir gerçek veya tüzel kişi bulunuyorsa, örneğin yapının bakım işlerini düzenli olarak yapan bir inşaat şirketi varsa ve zarara yol açan hadise bakım eksikliği nedeniyle meydana gelmişse; yapı sahibi ödediği tazminatı bu şirketten talep edebilir.

Müteahhitin sorumluluğu

Belki de en önemli rücu hakkı müteahhite karşı olacaktır. Kamuoyunda da sıkça dile getirildiği üzere, binalardaki yapısal sorunların büyük bir kısmının müteahhitlik işlerinden kaynaklandığı öne sürülmektedir. Buradan hareketle, meydana gelen zararın büyük bir bölümünün müteahhitlerden kaynaklandığı söylenebilir. Bu nedenle, zarar gören nihai kişinin zararını tazmin eden yapı maliki, müteahhitten bu tazminatın kendisine geri ödenmesini isteyebilir. Bunun hukuki dayanağı ise yine Türk Borçlar Kanunudur. Hukuksal terminoloji açısından her bina bir eser, her müteahhit de bir eser sözleşmesinin yüklenici tarafıdır. Bu nedenle yazımızın bu bölümünde “yüklenici” denildiğinde “müteahhit” kastedilmektedir. TBK m. 471’de yüklenicinin bir eser meydana getirirken uyması gereken esaslar düzenlenmiştir. Bu esaslardan en önemlisi, yapı inşa edilirken gereken özeni göstermektir. Kanun bu “özen” kavramını da açıklamış ve “(…) benzer alandaki işleri üstlenen basiretli bir yüklenicinin göstermesi gereken meslekî ve teknik kurallara uygun davranış (…)” olarak tanımlamıştır. Söz gelimi yüklenicinin en önemli borcu, “binayı mesleki ve teknik kurallar ile ilgili eserlere ilişkin hukuk mevzuatına uygun yapmaktır.” Ancak enkazlar incelendiğinde görülmüştür ki, binaların çoğu yasal mevzuatlara ve hatta teknik kurallara dahi uygun yapılmamıştır. Tabir-i caizse kağıt gibi yıkılan binalar bunun en somut göstergesidir. Bu nedenle yapı maliki, yıkım hadisesi nedeniyle ödediği tazminatın kendisine geri ödenmesini müteahhitten isteyebilir. Öte yandan, yapı maliki yalnızca ödediği tazminatın geri ödenmesini değil; maliki olduğu binanın yıkılmasından kaynaklı zararını da eser sözleşmesine uygun hareket etmeyen müteahhitten isteyebilir. Böylelikle; zarar gören nihai kişinin haklarını, yapı sahibinin sorumluluğu ile sağlayan hukuk düzeni; yapı sahibinin müteahhide karşı olan haklarını da gözetmektedir.

Son olarak, yapı sahibinin bu yapıyı başka bir kimseden satın almış olma ihtimali de kanunda düzenlenmiştir. TBK m. 244 uyarınca, bir taşınmazı devralan kişi taşınmazın ayıplı olmasından kaynaklı davalarını devredene karşı ileri sürebilir. Bu nedenle, kendisine karşı tazminat talebinde bulunulan yapı sahibi, diğer kanuni şartların da bulunması halinde, ödediği tazminatın kendisine geri ödenmesini, taşınmazı devraldığı kişiye karşı ileri sürebilir. Belirtildiği gibi diğer şartların varlığı halinde, bu rücu hakkı, devreden kimsenin devraldığı kişiye karşı da devam eder.

Yazımı sona erdirirken, tüm İzmir’e geçmiş olsun dileklerimizi yineliyor; sevdiklerini kaybeden tüm vatandaşlarımıza baş sağlığı, hastanelerde tedavi gören vatandaşlarımıza ise acil şifalar diliyorum. Sağlıcakla kalın.

Asil Kocacınar Kimdir?

Asil Kocaçınar, 1998 yılında İzmir’in Konak İlçesi’nde doğdu. İlk ve Ortaokul eğitimini İzmir’in en köklü okullarından olan Müdafaa-i Hukuk İlköğretim Okulunda tamamladıktan sonra, yine İzmir’de bulunan 85. Yıl Anadolu Lisesi’nde lise öğrenimini ifa etti.

2016 yılında girdiği üniversite sınavı ile yerleştiği İstanbul Kültür Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni normal süresinden bir sene evvel, 3 senede tamamladı. Mezuniyetinin ardından memleketi İzmir’e dönen Kocaçınar, bir yandan İzmir Barosu bünyesinde avukatlık stajına devam etmekte diğer yandan ise Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Ekonomi Hukuku alanında Yüksek Lisans eğitimini sürdürmektedir.