Prof. Dr. Mehmet Akif ERDOĞRU

Cumhur ve cumhuriyet kavramları, Şark İslam dünyasında yıllardır bilinen siyasi kavramlardır. Ancak, bu kavramların ne anlama geldiği tartışmalıdır. Her ikisi de sözcük olarak çok eskidir ama Avrupai mantıkta bir yönetim biçimi olarak Doğulular için yenidir ve bunlar tarafından doğru anlaşılmamıştır. Hatta yanlış anlaşılmıştır. Osmanlılar döneminde Venedik Cumhuriyeti ve Ceneviz Cumhuriyeti gibi siyasi kavramlar Osmanlı idarecilerince resmi olarak kullanıldı. Osmanlı terminolojisinde Amerika Birleşik Cumhuriyetleri, Sosyalist Şuralar Cumhuriyeti, Letonya Cumhuriyeti, Vilhanseatik (Hamburg, Bremen, Lübek) Cumhuru, Leh Cumhuru devleti, Yediada Cumhuriyeti gibi tanımlamaları bulabiliriz. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında da Kafkas Cumhuriyetleri, Serbest Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet Halk Fırkası gibi siyasi kavramlar Türkçe’de kullanıldı. Cumhuriyetin ilanından sonra, Halk Fırkası (Partisi), 1924’te Cumhuriyet sıfatını alarak Cumhuriyet Halk Fırkası haline geldi. 1924’te Cumhuriyet gazetesi kuruldu. Bütün bunlardan çıkarılan sonuç, cumhur ve cumhuriyet kelimelerinin Osmanlılar devrinde bilindiği ama bir idare şekli olarak içeriğinin yeterince bilinmediğidir. İsteyenlerin bu sözcüğü kendi amaçları için serbestçe kullanılmış olduğudur. Muhafazakârlar, cumhur ve cumhuriyet sözcüğünden Arapça olduğu için hoşlandılar ve büyük çoğunluğu bu sözcüğü benimsedi ama içerik olarak bu sözcükle kastedilen yönetim şeklini ne yazık ki özümsemediler.

HERKES İÇİN ADALET

İdare biçimi olarak cumhuriyet kavramı Şark dünyasına Batı’dan geldi. Sözcüğün anavatanı Avrupa, özellikle Fransa. Osmanlı döneminde bu kavramın içeriğinin çok az kişi tarafından bilindiğini sanıyorum. Fransa’dan Türkiye’ye gelen bu tür siyasi kavramlara İstanbul’da idareciler şüpheyle baktılar ve hatta anlamını bile öğrenmek istemediler. Osmanlı entelektüel kesimi, bir kısım subaylar hariç, bu kavrama o kadar uzaktı ki, cumhuriyet kavramı Osmanlı kamuoyunda doğru dürüst tartışılmadı bile. Nitekim bu ilgisizlik ve içeriğiyle ilgilenmeme, uzun süre devam etti. Nitekim Mustafa Kemal, cumhuriyeti ilan edeceği vakit, etrafındakilerin çoğunun bu kavram ve idare şeklinden haberdar olmadıkları bu ilgisizliğin ve şüphenin bir tezahürüydü. Kısacası bu kavramın yeni bir idare şekli olarak hayata geçirilmesinin Atatürk’ün şahsi gayret ve teşebbüsleriyle gerçekleşmiş olduğu görünüyor. Batı'dan alınan her kavram gibi, cumhuriyet de, Batı'dan Türkiye’ye gelirken, ne yazık ki Avrupa’da içerdiği gerçek içeriğinden çok şeyler kaybetti. Bu idare şeklini tatbik etmek isteyenler, bu kavramı Türkiye şartlarına uyarladı. Fransa’da kuşkusuz bu kavramın bir temeli mevcuttu.

Fransız tarihçi Jean-François Solnon, Atatürk’ün Fransız siyasal tarihini iyi bildiğini Fransız halkını ayaklandıran baskı ve şiddet rejiminden haberdar olduğunu ve Türkiye halkının da baskı ve şiddete maruz kaldığı zaman ‘tanınmayan ve ayaklar altına alınan haklarını savunmak için ayaklandığını’ ifade ediyor. Bunun ‘Türkiye halkının bir hak arama mücadelesi olduğunu’ ima ediyor (Osmanlı İmparatorluğu ve Avrupa, s. 604). Geçekten de Türkiye’de cumhuriyet idaresinin kurulması, Türkiye halkının hak ve menfaatlerini gözetmeyen Sultanlık rejimine karşı meşru bir müdafaa olarak mı doğdu sorusunu akla getiriyor.  

Gerçekten Atatürk başta olmak üzere Türkiye’nin kurucularının çoğu, Cumhuriyet tipi hükümetin ‘modern Türkiye için en iyi hükümet tipi olduğuna’ inandılar ve halkın geniş kesimleri bu idare tipinin farkında olmasa bile, halk için belli avantajlar sağladığını kabul ettiler. Nitekim son Osmanlı resmi tarihçisi Abdurrahman Şeref Beyin, Mustafa Kemal’i bu konuda etkilediği belirtilir.

TÜRKİYE’YE ÖZGÜ LAİK

Cumhuriyet yönetim şeklinin Sultanlık veya halifelikten farklı veya faydalı yönü nedir?

Mustafa Kemal’in ifadesine göre cumhuriyet bir ihtiyaçtan doğmuştur. TBMM kurulmasına rağmen devletin şekli belirlenmemişti. Bu ihtiyacı gidermek için cumhuriyetin ilan edildiği ifade edilir. Milli mücadeleye katılan milliyetçiler, Sultan’a bağlıydılar ve hatalarına rağmen Osmanlı Sultanını hoş görüyorlardı. Mustafa Kemal, 1920 yılında cumhuriyetle ilgili ilk sinyali verdi. Bir demecinde Halk hükümetinin kurulacağından söz etti. Yürütme ve yasama yetkileri TBMM’nin çatısında toplandı. Özellikle Lozan görüşmelerine hem Ankara hükümeti hem de İstanbul hükümeti çağrılınca, iki başlılık ortaya çıktı. Bu ikiliği kaldırmak için Sultanlıktan farklı bir rejimin gerekli olduğu anlaşıldı. Aslında Mustafa Kemal’in etrafındakilerin çoğu hala saltanata bağlıydılar. Bu durumda Sultanın şahsi hâkimiyetine son verilmesi gerekliliği ortaya çıktı. Cumhuriyetin ilk başarısı, Lozan’ı onaylamak oldu. Ünlü tarihçi müteveffa Bernard Lewis, Cumhuriyet’i ‘geçmişten uzaklaşma’ olarak tanımlıyor. Muhalifler özellikle muhafazakârlar, cumhuriyet tipi idareye tepki gösterdiler. Zira yeni hükümetin tamamen Batı’ya kayacağı ve Müslümanların İslam dünyasıyla olan irtibatını keseceğinden endişe ettiler. Böylelikle, Sultanlık ve İslami geçmişin tamamen silineceğinden korktular. Hâlbuki bu kadar korku ve endişeye gerek yoktu. İslam dinine ve kader anlayışına gerçekçi bir yorum getirildi. Fransa’daki laiklik teriminin içeriği benimsenmedi. Türkiye’ye özgü bir laik sistem kurulmaya çalışıldı. Devlet ve din işlerinin birbirinden tamamen ayrılması yerine, İslam dininin devlet kontrolüne alınması yolu tercih edildi. Mustafa Kemal, İslam dinine karşı değil, ama halkı yüzyıllardır sömüren cahil molla grubuna karşı çıkmıştı. Bu devrimler, gerçekçi ve pragmatik olduğu için, ulema ona tepki gösterdi. Mustafa Kemal, cumhuriyetle ilgili olarak verdiği demeçlerde, demokrasi, insanca yaşama, yüksek Türk kültürünün egemen kılınması, milletin refahı ve hükümet memurlarıyla halkı bütünleştirme vurgusu yaptı. Hükümet idarecilerinin ve Saray’ın milletten ayrı olmaması gerektiği ifade etti.

GERÇEK BİR DEVRİM

Mustafa Kemal ve ona destek veren çok az sayıdaki arkadaşı, Cumhuriyet rejiminin, halk için üç noktada daha avantajlı olduğunu fark ettiler. İlki, herkes için adalet. Adalet, aslında, Şark İslam dünyasında asırlardır bilinen bir kavram ama burada kastedilen adalet, seçtikleri temsilciler vasıtasıyla, belli bir zümrenin menfaatine olacak yasalar çıkarmak değil, aksine, ‘toplumun tüm katmanlarının menfaatine olan adil yasalar’ çıkarmaktı. Eğer halk tarafından seçilen temsilciler adil yasalar çıkarmazlarsa, bunları, seçimle, değiştirmek imkânı mümkün olabilecekti. Onlara göre, Osmanlı Sultanı ve Mebusan Meclisi, çıkardığı yasalarla kendini toplumun tüm katmanlarına karşı sorumlu hissetmiyor, Mebusan Meclisi, belki de belli bir zümrenin menfaatlerini koruyan yasalar çıkararak halkın menfaatlerini göz ardı ediyordu. Cumhuriyetin, Türk toplumuna kazandırmak istediği asli değer, yasama yetkisinin Osmanlı ailesinden ve Mebusan Meclisi'nden alınarak, halka karşı kendini daha sorumlu hisseden TBMM’ye devretmesiydi. Yetkilerini Allah’tan aldıklarını iddia eden ve halka karşı sorumluluk hissetmeyen Sultan ve Halife ve onun etrafında oluşmuş bir güruhun veya belli bir zümrenin elinden yasa yapma yetkisinin, halkın oyuyla seçilen milletvekillerinden oluşan TBMM’ye devredilmesiydi. Cumhuriyet, halk egemenliğine dayalı yeni bir idare! Cumhuriyet gazetesi, cumhuriyeti halka öğretmek için şöyle bir slogan belirlemişti: ‘memlekette halkın, halk tarafından, halk için idaresi’. Gerçekte bu söylemle, en ücra köşedeki halkın iradesi, yönetime katılıyor. Halk kendi idarecisini kendisi seçme hakkına sahip oluyordu. Nazari olarak, egemenliğin belli bir zümrenin veya ailenin elinden alınarak, Türkiye’de yaşayan bireylere bırakılması gerçekten bir devrimdi. 

İkincisi, cumhuriyet ile ‘ortak bir refahı’ hedefledi. Osmanlı döneminde yapılan keyfilik ve kayırmacılığın veya belli bir zümrenin menfaati yerine, kamu yararı bilinci ilk plana alınacaktı. Cumhuriyet, Tanzimat ve Meşrutiyet gibi modernleşme aşamalarının son halkası olarak sayılıyor, eşhas devletinden (Sultanlık), bir halk devletine geçiş olarak takdim ediliyordu. Nitekim Mustafa Kemal bir demecinde ‘cumhuriyet, yüzyıllardan beri çekilen milli musibetlerin uyanıklığı ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir’ demiştir. Üçüncüsü milli devlete dayalı Milli hâkimiyet esasına dayanan halk hükümetidir, Cumhuriyet. Kısacası iktidarın belli bir zümre eline tevarüsle geçmemesidir. Milletin irade ve hâkimiyetini belli bir zümrenin irsi şekilde temsil etmemesidir. Demek ki halkı idare yetkisi, yüzyıllardır halkı istismar eden Osmanlı ailesinden ve halifeden alınıyor, halkın seçtiği temsilcilere devrediliyor. Saray ile Türk milleti arasındaki bu uyumsuzluk ve anlaşmazlık bu şekilde bertaraf edilmiş oluyordu. 14 Ekim 1925’te verdiği bir demeçte, Mustafa Kemal, Osmanlı idaresinin kötü yönlerini eleştiriyor: “Cumhuriyet ahlaki erdeme dayanan bir idaredir. Cumhuriyet, fazilettir. Sultanlık korku ve tehdide dayanan bir idaredir. Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuskâr insanlar yetiştirir. Sultanlık, korkuya tehdide müstenit olduğu için, korkak, zelil, sefil, rezil insanlar yetiştirir” demiştir. Cumhuriyet, yetki dağıtımı (yasama-yürütme-yargı) esas alarak, anayasal parlementer bir düzenin kurulmasını sağlıyor. Bu idare tarzının, yüksek ahlaki değerlere sahip insanlara yetiştireceği, çağdaş uygarlık seviyesine çıkılacağı, akılcılığın ön plana alınacağı, tam bağımsızlığın gerçekleşeceği, sulhun egemen olacağı, laiklik ve idarede halk egemenliğini sağlayacağı ifade ediliyordu. Hükümet baskılarından uzak, bireylerin daha fazla özgürlüğe sahip olacakları ve daha iyi yaşayacakları bir hayat sağlamak hedeflendi. Bu noktada, Polonyalı iki seyyahın 1925’den sonra Ankara’daki gözlemlerini aktarmak isterim: Wanda Melcer Rutskowska ve Tadeusz Vetulani, cumhuriyetin asli hedefinin erdemli insan yetiştirmek olduğunu vurgularlar. Gerçekten bu seyyahlar, Osmanlı devleti yıkılmadan önce İstanbul’u ziyaret etmişler ve İstanbul’da karşılaştıkları şahıslar hakkında hiç de olumlu intibalara ulaşmamışlardır. Hele biri, İstanbul’da bir adresi bulmak için on kişiye sormuş ama hiç birinden doğru-dürüst cevap alamamış! Aynı seyyah Cumhuriyet kurulduktan sonra Ankara’yı ziyaret ettiğinde Ankaralı insanların yabancılara karşı daha samimi ve dürüst davrandıklarını vurgular. Onlara göre, Cumhuriyet, ikiyüzlü karaktersiz insanlarla bir mücadele idi. Yeni değerlere sahip dürüst insan yetiştirme projesi! Onlara göre, Türkiye Futbol Federasyonu da, en azından gençlerin siyasi dedikodu yapmalarını engellemek için kuruldu. Gençler futbola yönlendirilerek, dedikodu ve ikiyüzlülükten uzak tutulacaktı!

SOSYAL EŞİTSİZLİK

Cumhuriyet ilan edileli 99 yıl geçti. Cumhuriyet idaresi, tepeden inme olmasına rağmen, Türkiye halkının çoğu tarafından benimsenmiştir. Yukarıda sıraladığım hedeflerin çoğu Türkler tarafından kabul edildi ve yeni kazanımlar elde edildi. Bunlar arasında en önemlisi, laikliktir. Laiklik, Avrupai mantıkta, çoğunluğu oluşturan inançlı grubun (Müslümanlar), sayıca daha az olan diğer inanç sahiplerine saygı ve tolerans göstermeleridir. Bu saygı, keyfi ve geçici değil, yasalarla korunan bir haktır. Böylece yüzyıllardır süregelen (Osmanlılardan da önce) mezhep çatışmalarının önüne geçilerek bir uzlaşma sağlanması hedefleniyor. Avrupa’da mezhepler arasında 16. yüzyılda gerçekleşen bu uzlaşma, Türkiye’de 1923’ten sonra uygulamaya koyulmaya çalışılmıştır. Kısacası Seculer Cumhuriyet kavramı ilk kez Türkiye Türklerinin veya Müslümanlarının önüne konuluyor. Son durumla ilgili olarak da bazı gözlemlerimi aktarmak isterim: Cumhuriyetin ilanından yaklaşık yüz yıl geçmesine rağmen, kazanılan bu başarıların bir kısmı, ne yazık ki, cumhurbaşkanlığı yönetim biçimiyle (Başkanlık sistemi) kaybedilmek üzeredir. Mezhep ve tarikat çekişmelerinin önü yeniden açıldı. İdarede keyfilik ve hizipleşme, kamu menfaatini hiçe sayma yeniden hortlamış görünüyor. Liyakatsiz, partizan ve hemşerilerin kamu görevlerine doldurulmaları, yüzyıllardan beri uygulanan devlet geleneklerimize uymuyor, hem de kamu menfaatlerine aykırı düşüyor. Yeni bir imtiyazlı zümrenin ortaya çıkmasıyla, kamuyla ilişkilerde eşitsizlik ortaya çıkıyor. İhale yasası, neo-liberallerin yararına olmak üzere yüz küsur kez değiştirildi. Belli kişilerin menfaati için ‘kişisel yasalar’ çıkarılıyor. Örneğin, bir doçenti, bir üniversiteye rektör yapmak için, onun profesör olması sağlanıyor, onun menfaatine ‘kişisel yasa’ çıkarılıyor. Bu rekabet ortamında bu tür kayırmalar, belli çevrelerde huzursuzluk yaratıyor. Devlet geleneklerimizin çoğu tahrif edildi. Mesela, ilmi temsil eden üniversite profesörlerinin siyasileri karşılamak için rektörler tarafından havaalanları önlerinde talimatla bekletilmesi, devlet geleneklerimize, teamüle ve ahlaka mugayir davranışlardır. Yaşam tarzına ve bireysel özgürlüklere karşı yapılan dayatmalar, ne yazık ki, halkı mutsuzluğa itiyor. Sosyal devlet anlayışı ortadan kalkarak, yerine, sosyal eşitsizlik kavramı geliyor. Umarım, siyasal iktidarlar, bu kazanımları kendi kişisel ihtirasları için daha fazla berhava etmez!